Yaşamım boyunca gerçekleştirebildiğim tüm ‘ilk’lerde, ulaşabildiğim tüm başarılarda bana verilen en büyük paye ve mutluluk, her ortamda bir “Türk Cerrahı” olarak takdim edilmiş olmaktır…
Ekip Arkadaşlarımdan
Prof. Dr. Tufan Paker
V.K.V. Amerikan Hastanesi,
Kalp-Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı
Hatırımda kalanlardan bazılarını paylaşmak istiyorum: Çok çalışkandı. Her zaman bilimin gösterdiklerinden yana oldu. Yeniliklerin öğrenilmesine her zaman öncülük etti. “Ben asistanımdan yeni bir şey öğrenemezsem onun süresini verimli geçirmediğini düşünürüm” derdi.
Beni çok etkileyen bir olay: Tahminen 2008 yılında Antalya’da Ulusal Kalp Damar Cerrahisi Kongresi’nde idik. Bir toplantı arasından yeni dönmüştük. Yerime oturdum. İlk konuşmacı slidelarına başlamıştı ve salon hafifçe loştu. Kenardan Aydın Bey’in geldiğini gördüm. Birisini arar gibi idi. Beni seçince gelmem için işaret etti. Kalktım, sıradan çıkarak birlikte firmaların fuar alanına geçtik. Merak etmiştim. Önemli bir şey olduğunu düşündüm. Bir şey konuşmadık. Bir iki adım sonra bir firmanın standının önüne geldik. “Tufan bak sana ne göstereceğim” demeye kalmadan bir bey neredeyse Aydın Bey’in ayaklarına kapanırcasına Hocam diye sevgi gösterisi yaptı. Tahminen 40-45 yaşlarında, saçları yanlardan haifçe kırlaşmış, saçlarının ön tarafı dökülmüş ve hafifçe sakalları beyazlaşmış ancak sağlıklı görünümlü bir beydi.
Aydın Bey nezaketle beyfendiyi yerden kaldırdı ve ona çok mutlu olduğuna dair sözler söyledi. Bana “Tufan bu hasta Fallot Tetralojisi (mavi hastalık) idi, onu 40 yıl önce bebekken ameliyat etmiştim. Sonrasında birkaç defa kontrol muayene yapmıştım. Son 20 senedir ilk defa burada karşılaştık” dedi.
Gerçekten tablo muhteşemdi. 1960’lı yıllarda bu tür komplike bebek ameliyatlarının başarı ile yapılabilmesi ve bu umutsuz kabul edilen bebeklerin hayata dönmeleri, iş ve aile sahibi olmaları beni çok duygulandırmıştı ve her türlü onura fazlası ile layıktı.
Soldan sağa:
Prof. Dr. Halil Türkoğlu, Prof. Dr. Atıf Akçevin, Prof. Dr. Tufan Paker
Prof. Dr. Halil Türkoğlu
İstanbul Medipol Üniversitesi,
Kalp-Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı
Sayın Aytaç benim Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde hem öğrenciliğimde hem de Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi ihtisasım sırasında hocam oldu.
Kendisi, öğrenciliğimde beni en çok etkileyen insandı. Hocam, bilimsel kişiliği, genç yaşta Türkiye’de Çocuk Kalp Cerrahisi’nin öncüsü olması, saygın kişiliği nedeniyle benim gibi genç cerrah arkadaşların bu dala gönül vermesine neden olmuştur.
Pediyatrik kalp cerrahisinin ülkemizde bugünkü seviyeye gelmesinde kendisinin yetiştirdiği bilim adamlarının ülkemizin değişik noktalarında merkezler kurarak yeni bilim adamları yetiştirmesi, bizleri sürekli bilimsel gelişmeye teşvik etmesi sayesindedir.
Kendisi ulusal ve uluslararası pek çok bilimsel dergi ve derneğin kurucu üyelerindendir. Hocamızla ihtisasım bittikten sonra, önce 1985-93 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde ve daha sonra V.K.V. Amerikan Hastanesi’nde 1993-2008 yılları arasında birlikte çalışmak onuruna nail oldum. Kendisi her zaman dürüst, iyi bir doktor, iyi bir hoca, iyi bir aile babası olarak hepimize örnek teşkil etmiştir.
Hocamla ameliyatlara girmeye başladığım ihtisas yıllarımda ben de kendi düşüncelerimi rahatça ifade eder ve düşündüğüm yeni modifikasyonları kendisine aktardığımda bunu dikkatle dinler ve uygulatırdı.
Biz genç cerrahlara verdiği, hala hatırladığım ve kendi öğrencilerime tavsiye ettiğim en güzel öğüt “Yarın yapacağınız ameliyata iyi hazırlanın, çok okuyun ve kafanızda ameliyatı gerçekleştirecek şekilde oluşturun ve rüyanızda ameliyatı yaparak sabah gelin” idi.
Hocama saygılarımı iletir, sağlıklı bir ömür dilerim.
Prof. Dr. Atıf Akçevin
İstanbul Medipol Üniversitesi,
Kalp-Damar Cerrahisi Bölümü Öğretim Üyesi
Türkiye’de kalp cerrahisi hele çocuk kalp cerrahisi deyince Prof. Dr. Aydın Aytaç ismi hemen ilk hatırlanandır. Sayısız ilklere imza atmış olmanın yanısıra önder kişiliği bu konuya gönül vermiş ve verecek olanlara daima ışık olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Prensiplerine bağlılık, insan sevgisi, yılmadan elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmak ve önce saygı kavramları Prof. Dr. Aytaç’ın her zaman örnek aldığımız temel öğretileri olarak ön plana çıkar.
Saygın kişiliği, her zaman serinkanlı yaklaşımının bizlerde yarattığı hayranlık daima itici gücümüz olmuştur. Uzun yıllar omuz omuza çalıştığımız bu değerli bilim adamı, bir hoş sadanın ötesinde derin ve anlamlı izler bırakmış gözüküyor.
Dr. Tijen Alkan-Bozkaya
İstanbul Medipol Üniversitesi,
Kalp-Damar Cerrahisi Bölümü Öğretim Üyesi
Sayın Hocamız çocuk kalp cerrahisinde, gerek ülkemizde, gerekse dünyada duayen bilim insanlarındandır. Kendisi, Minnesota eyaletinde, St. Francis Hastanesi’nde 1959 yılında ilk kez kalp içi defekt olan ‘atriyak septal defekt’li hastayı opere eden kişidir aynı zamanda. Bu operasyonu, tarihin güzel bir denk düşümüyle 23 Nisan sabahı yani doğum gününde gerçekleştirmiştir. Bu gurur verici olay ve yıllar sonra bir konferans nedeniyle aynı eyalete ziyareti sırasında kendisinin büyük bir tören ve tezahüratla karşılanması Hocamızın, her zaman çok gururla anlattığı ve bizim de aynı gururu paylaştığımız güzel ve çok özel bir anıdır.
Kalp cerrahisi asistanlığına başladığım yıl, Hocamın ekibinde yer almak biz genç cerrahlar için bir ayrıcalıktı. Her ‘visit’, her ameliyat bizim için çok kıymetli birçok bilginin en değerli Hoca tarafından bize aktarılması sayesinde çok önemli anılara eşlik etmekteydi.
İlk dikkatimi çeken bu kadar büyük, bu kadar üst düzey bir hoca tarafından bize iletilen ilk şeyin “Benim için en kıymetliniz, bana her gün ‘visit’te ya da ameliyatta yeni bir bilgi aktaran asistandır” deyişi olmuştur. Bu kadar komplekssiz, yenilikçi ve tam bir bilim adamı olan kıymetli Hocamızın bize öğrettiği en önemli ‘hayat mottosuydu’ bu, “daima yeni bir şeyler öğren ve öğret, yeni bilgiye açık ol.” Daima kendini yenile, bilgiyi ara bul ve paylaş! Hep daha iyi, en iyi olmak için kovala bilgiyi. Hocam’la ihtisasım bittiğinde V.K.V. Amerikan Hastanesi’nde 2000-2008 yılları arasında tekrar birlikte çalışmak şerefine eriştik ihtisas arkadaşım Dr. Ahmet Şaşmezel ile birlikte.Bize hep “Daima bilgilerinizi taze tutun, arttırın, multidisipliner toplantıları kaçırmayın, değişik disiplinlerin size katacağı pek çok değişik bakış açısı ve katkısı olacaktır, sizin gözünüzden farklı bir görüş açısını size katar bu toplantılar”derdi Hocamız. Bilimsel toplantılara mutlaka katılmamızı ister, bizi teşvik eder, sunumlarımızı takip eder ve her konuda destek verirdi kendisi.
Bizler kendisini sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün son dönemine erişmiş, onunla konuşup tecrübelerinden yararlanma şansına erişmiş şanslı azınlık gibi hissederdik. Hocamızın en belirgin özelliği tam bir İstanbul Beyefendisi olup her hareketinde bu zarifliği hayatına katmış, güler yüzlü, esprili, güzel anekdotlarını bizimle paylaşan, çok zeki, hiçbir hastasını unutmayan, hep yazan, kaydeden, hayatına, meslek yaşamına, meslektaşlarına, öğrencilerine, arkadaşlarına ve ailesine büyük ve derin sevgiyle bağlı olmasıdır.
Aydın Hocamıza sağlıklı yıllar diliyor, kendisine, eşine ve tüm ailesine sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Çok teşekkürler Hocam bizlere, kalp cerrahisine ve ülkemize kattıklarınız için!
1969’da Hacettepe’de kurduğum Pediatrik Kalp Cerrahisi Departmanı’ndaki ekibimle, 1971’de çektirdiğimiz fotoğraf.
Soldan sağa: Nigar Cansönmez, Pervin Öztürk, Suna Aloğlu, Munise Yasin, Yurdakul Yurdakul, Rüstem Olga, Saadet Kalay, Nezahat Akçay, Aydın Aytaç, Günşad Aydın, Coşkun İkizler, Hatice Demirhan, Ayten Yılmaz, Nuriye Yeşilkanat
Prof. Dr. Coşkun İkizler
Ufuk Üniversitesi Mütevelli Heyeti Danışmanı
Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanı
Sayın hocam Aydın Aytaç’ın asistanı olduğum Hacettepe’den, 1968 Kasım ayından ayrıldığım 1986 Mart ayına kadar geçen 18 yıl içinde pek çok hatırlanası anılarım olmuştur.
Özellikle doğumsal kalp hastalıklarının cerrahi tedavisinin Türkiye’de gelişme yıllarına şahit olmuş bir kişi olarak Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde daima ilklerin başarıldığı bu cerrahiye katkıları, Sayın Aytaç’ın başarıları ile süslenmiştir. Benim burada özetlemek istediğim cerrahi alandaki uğraşlarımızdan çok yeni jenerasyonun pek çoğunun bilmediği bir ‘macerayı’ anlatmak…
1974 yılı Mart ayında 5 yıllık ihtisas süremi bitirip askere çağirıldığımda elimde sadece bir ‘imtihan mazbatası’ vardı. Göğüs ve Kalp-Damar Cerrahı olarak tanınmamamın sebebi ihtisas yönetmeliğinin doğrudan göğüs ve kalp damar cerrahi ihtisasına olanak vermemesiydi. Ancak burada haklılığı ve ilgisizliği de belirteyim ki; neden yönetmeliği olmayan bir ihtisasa başladığımı açıklayabileyim. Asistanlığa başladığım yılda Sağlık Bakanlığı’na Göğüs ve Kalp-Damar Cerrahisi’nin Genel Cerrahi yapmaksızın 5 yıl (genel cerrahi rotasyonu içinde) süre ile doğrudan yapılması teklifi Hacettepe Üniversitesi’nce Sağlık Bakanlığı’na teklif edilmişti. Bu yönetmelik teklifinde bazı tıbbi branşların da yeni disiplinler olarak ilaveleri ve değişiklikleri vardı. Ancak görüşmeler sonrasında, o zaman Tıp Fakültesi Dekanı olan Prof.Dr. Ali Ertuğrul’un bizim Göğüs ve Kalp-Damar Cerrahisi’nin görüşülmesindeki oturumda bulunamaması nedeniyle, teklifin belli olmayan bir tarihe ertelenmesine sebep olduğunu, imtihan mazbatası ile beraber diplomam için Sağlık Bakanlığı’nda İhtisas Şube Müdürü Şükran hanıma sorduğumda öğrendim. Bu hanım benim ihtisasımın sayılamayacağını, 5 yılın boşa gittiğini ve benim pratisyen olarak anılacağımı (biraz da öfke ile) hakaretamiz biçimde tebliğ etti.
Askerlik görevi için teslim olmama bir hafta kalmıştı. Sağlık Bakanlığı’ndan bu olumsuz tavrı görünce bakanlıktan hemen geri döndüm ve olayı Aydın hocaya anlattığımda çok sinirlendiğini ve Prof. Doğramacı’ya konuyu açacağını paylaştı. Ancak olan olmuştu. Askere pratisyen Yedek Subay Dr. adayı olarak gidecektim ve aynen de öyle oldu. 4 Nisan 1974 tarihinde teslim oldum. ‘Maceramız’ diye yakıştırdığım uğraşı da o tarihte başladı.
Yönetmeliğin Danıştay’a intikal ettiğini, Danıştay Üyesi Sami Akural’dan öğrenen hoca telefonla bunu bana bildirdi. Samsun’da Yedek Subay Okulu’nda eğitim süresi içinde bir hafta sonu Ankara’ya gelip Sami beyi buldum ve Aydın hoca ile birlikte danıştaya gittik. Sami bey 6. Daire’deki üyeler ile bizi tanıştırdı. Bu süre zarfında Aydın hoca Sağlık Bakanlığı’ndan bir randevu talep ettiğini de söylemişti. Bir hafta sonra randevu gerçekleşmişti. O gün Hoca ile birlikte Sağlık Bakanı Selahattin Cizrelioğlu’na gittik. Hoca olayı anlattığında bakan bizi haklı buldu ve müsteşarı odaya çağırdı, ona neden bu teklifin Danıştay’a kadar gittiğini sordu ve derhal konunun olumlu bir görüş olarak bildirilmesi talimatını verdi. Memnun olarak odadan çıktık. Aydın hoca ile vedalaşarak süratle (bir bakıma izinsiz olarak Ankara’ya gelmiştim.) Samsun’a Yedek Subay Okulu’na döndüm. İki hafta sonra tekrar Ankara’ya geldiğimde Aydın hoca büyük efor göstererek Danıştay Daire Başkanlığı’nın bir çok üyesiyle randevulaşmıştı . Sorunumuzu Sami beyin de büyük yardımı ile tek tek dolaşıp gerekçemizi anlattık. Aydın hoca tekrar Sağlık Bakanlığı’na giderek bakanın verdiği talimatı müsteşarlarının yerine getirmediğini bakana bizzat anlatıp Danıştay başkanı ile görüşmesini temin etmişti. Enteresandır, bu sıralarda Hacettepe’de genel cerrahi ihtisası yapmadan göğüs ve kalp damar cerrahisine benden sonra başlayan birçok asistan vardı ve sonucu endişe ile takip ediyorlardı. Ayrıca Türkiye’de başka bir kurumun da yeni teklifi takip etmediğini bakanlıktan öğrenmiş ve Aydın hoca birçok yere bu tezimizi bildirmişti. Nihayet Aydın hocanın büyük gayreti sonuç verdi. Kendisi yurt dışındayken Sağlık Bakanlığı’ndan beni aradılar. Tarih 1974 Haziran ve ben Gülhane Tıp Akademisi Hastanesi’ne pratisyen olarak tayin edilmiştim. Ancak imtihan mazbatasının beni Göğüs ve Kalp-Damar Cerrahı olarak tanımlıyor olması kura ve tayinde rol oynamıştı. Sağlık Bakanlığı’na gittim. Danıştay’dan lehimize gelen karar bakanlıkta usule uygun olarak kaleme alınmıştı ve bakanlar kuruluna sevk edileceğini müjdelediler. Aydın hoca yurtdışı kısa seyahatinden döndükten sonra Gülhane’den Hacettepe’ye gelerek bu haberi kendisine verdim. Olay maalesef bununla bitmedi… Bakanlar Kurulu’ndan bilgi alarak imzaların tamamlandığını ancak koalisyon hükümetinde Başbakan Bardımcısı olan Necmettin Erbakan’ın Bakanlar Kurulu kararını imzalamadığını öğrendik. Günler alan bu süreçte imzanın tamamlanıp tamamlanmadığını, ben de her gün Erbakan’ın sekreterine telefon ederek takip ediyordum.
O günlerde şunu öğrendim ki, Erbakan’ın bizim yönetmeliğe değil de diğer kararlar içinde uygun bulmadığı bir maddeye itirazı varmış. 1974 Eylül ayına girdiğimizde bir sabah Erbakan’ın sekreterine bir kez daha telefon ettim ve akademik kariyerlerimiz konusundaki müjdeyi aldım. Bir gün sonra da Resmi Gazete’de yayınlandı. Sayın Aydın Aytaç hocamızın 6 ay süren büyük uğraşı-çabası ile göğüs ve kalp-damar cerrahisi 5 yıl süre ile İhtisas Tüzüğü’ne girdi ve ilk diploma da bana verilmiş oldu.
Acaba geçmişte değil şu yıllarda dahi kalp damar cerrahisi ihtisası yapan veya ihtisasını bitirip Doçent veya Profesör olan arkadaşlarımız bu gerçeği ve Prof. Aydın Aytaç’ın bu çabalarından kaynaklandığını biliyorlar mı?
Akif Ündar, PhD
Professor of Pediatrics, Surgery and Bioengeering Founder and Director, Penn State Hershey Pediatric Cardiovascular Research Center Founder and President, International Society for Pediatric Mechanical Cardipulmonary Support
Sayın Prof. Dr. Aydın Aytaç Hocamızla, Houston’da Baylor Tıp Fakültesi, konjenital kalp-damar cerrahisi bölümü ve Texas Çocuk Hastanesi Pediyatrik Kalp-Damar Araştırmaları Merkezi’nin kurucu üyesi genç bir bilim insanı iken, Sevgili Kardeşim Yrd. Doç. Dr. Tijen Alkan-Bozkaya aracılığı ile tanışma onuruna eriştim.
Sayın Aydın Aytaç Hocamızın genç bilim insanlarına verdiği değeri bizzat yaşama onuruna sahip onlarca şanslı bilim insanından biri olarak, Amerikan Hastanesi’ndeki ilk tanışmamızda konuştuğumuz konuları bugün de çok net hatırlıyorum. Özellikle Houston’daki araştırma merkezimizde yaptığımız konjenital kalp-damar cerrahisi araştırmalarının sonuçlarını dikkatle dinleyip, sayısız soru cevaptan sonra “Bu yaptığın projelerin Türkiye’ye nasıl uygulanacağını hiç düşündün mü” diye sormasını unutmam mümkün değil. Daha sonra da kendi bilimsel hayatından örnekler ile özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde yaptığı araştırmaları ve bunları Türkiye’ye nasıl uyguladığını anlatıp, bana yaptığı tavsiyeler her zaman aklımda olmuştur. Birlikte çalıştığı cerrahi ekibini (Sayın Prof. Dr. Atıf Akçevin, Prof. Dr. Halil Türkoğlu ve Prof. Dr. Tufan Paker) tek tek tanıştırıp, “Nasıl ortak projeler üretebiliriz” diye yaptığı öneriler hala hatırımda.
Sayın Aydın Aytaç Hocamız, ülkemizdeki araştırmacılar ile bugüne kadar yaptığımız onlarca konjenital kalp-damar araştırmalarının başlamasının da temeli olmuştur.
Kendisinden 42 yaş küçük ve bilimsel araştırmalarının başında olan bir gence “Değerli Meslektaşim” diye başladığı iletiler ile verdiği değeri unutmam mümkün değil.
Sayın Aydın Aytaç Hocamız ile tanışmaktan her zaman onur duyacağım.
Soldan sağa, üst sıra: Prof. Dr. Halil Türkoğlu, Hmş. Emel Akyol, Yoğun Bakım Başhemşiresi Debbie, Perfüzyonist Ali Ekber Çiçek, Mehmet Koç, Prof. Dr. Atıf Akçevin, Prof. Dr. Tufan Paker.
Soldan sağa, alt sıra: Anestezist Dr. Sema Kaya, Prof. Dr. Aydın Aytaç, Genel Müdür George Rountree, Anestezist Dr. Demet Aşkın, Anestezist Dr. Hürriyet Ersayın.
Prof. Dr. Burhanettin Savan
Sayın Hocam,
Hacettepe’de yanınızda ihtisas yaptığım senelerde ve sonraki meslek yaşamımda bana hep öncülük ettiniz.
Sizlerden uzakta, İzmir’deyim ama kalben çok yakınımdasınız.
Asistanlığınızı yaptığım dönemden bir küçük anı da ben eklemek istiyorum izninizle çünkü kitabınızın satırlarında yoktu.
Saygılarımla,
Prof. Dr. Burhanettin Savan
BİR AKCİĞER-KALP POMPASI KOMPLİKASYONU
Yıl 1962. Hasta 8 yaşında bir kız çocuğu, kalbinde kulakçıklar arasında doğuştan bir delik (İASD) mevcut, hastanın pompaya konularak bu deliğin yama ile kapatılması lazım. Ameliyatı Op. Dr. Aydın Aytaç yapacak.
Ameliyat normal seyrinde sürerken ve bitimine yakın Aydın Bey “Burhan hastaya çok az kan geliyor, devri biraz artırır mısın” dedi, biraz artırdım. Aydın Bey, “Gelen kan hala yetersiz, biraz daha” dedi. O sırada birden şırak diye bir ses duyduk ve pompadan bol miktarda kan ameliyathanenin tavanına fışkırdı (tıpkı atom bombasının mantar görünüşü gibi). Olaya pompada kalp vazifesi gören kısımdaki kalın kauçuk hortumunun yırtılması sebep olmuştu. Pompada kan yok, hastada kan yok şimdi ne olacak? Ortalığı bir ölüm sessizliği sarmıştı.
Ama Aydın Bey gayet sakin bir ses tonuyla anesteziste ”hastayı trendelenburg pozisyonuna (baş aşağı) getirin” dedi. Amacı beynin kansız kalmasını önlemekti. Bu arada bana yardım eden teknisyen Ali Aslan ”Burhan Bey ben depodan yedek hortum getireyim mi?” dedi, “koş” dedim ve hemen o kısımdaki vidaları sökmeğe başladım; hortumu yerine sıkıca sokuyor bir de sağlam olsun diye etrafına bakır tel sarıyorduk, pense ile telleri kestim getirilen hortumu yerine geçirdim, kan kalmadığı için pompayı dekstrozla (şekerli su) doldurarak çalıştırdım. Zaten ameliyatın da sonuna gelinmişti ve kısa süre sonra bitti.
Şimdi hepimiz ”hasta ayılacak mı, ayılırsa ne gibi bir durumla karşılaşacağız“ diye merak içinde bekliyorduk. Allahtan normal uyandı; ameliyat sonu sadece akciğerinde iki defa serum toplandı, onu da drene ettik ve hasta iyilikle taburcu oldu. Hiç unutmam on beş gün sonra “beyaz bir bluz, krem rengi taftadan bol bir etek giymiş, elinde, ameliyatı ile ilgili haberin çıktığı Hürriyet Gazetesi ile geldi ve güzel bir reveransla bize takdim etti.
Meslektaşlarımdan
Prof. Dr. Nehir Sucu
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kalp ve Damar Cer. AD.
Mersin
Sayın Hocam,
Kitabınızı bir solukta okudum.Sizi çok yakından tanıma fırsatı bulduğum için çok mutlu oldum. Ayrıca mütevazı kişiliğinizden dolayı size olan hayranlığım kat kat arttı.
Umarım sizinle en kısa zamanda karşılaşır, tanışma mutluluğunu yaşarım. Saygılarımla.
Dr. Avni İlhan
(Sevgili meslektaşım ve hastamdan…) A. Aytaç
Çok sevgili hocam,
Ben Muğla-Ortaca’dan Dr. Avni İlhan.
Bugün, ‘Kalbe Adadığım Bir Hayat’ isimli kitabınızı, ikinci defa okudum ve bu vesileyle bir kere daha size hürmet, minnet ve sevgimi ifade etmek istedim.
Sayın hocam, ben size 1978 yılında 26 yaşında iken kapalı mitral komissürotomi operasyonu oldum. Ameliyat öncesi 1 kat merdiven çıkamayan ben, postprandiyal spontan hemoptizi gelişecek kadar kötü şartlarda tıp fakültesini yeni bitirmiştim ama bir gelecek ümidim minimalize idi. Kardeşimin fallot rahatsızlığının total korreksiyon operasyonu için İstanbul’daki hocalarımdan size selam getirmek vesilesiyle ilk defa sizi tanıdım ve kardeşimden sonra benim de kurtuluşum oldunuz.
Sayın hocam, ben bu ameliyattan bu güne kadar, gayet aktif bir muayenehane hekimi olarak hayatımı kazandım. Memleketimin tüm evlerine dağ, ova, köyleri demeden hasta görmeye gittim. Sizin ikazlarınıza rağmen adeta 24 saat çalıştım. Bu iyilik halimin ne kadar süreceğini bilemediğimden ihtisasa başlamaya cesaret edemedim. 2015 yılı sonunda aktif hekimliği hiçbir tatsız hekimlik kazası yaşamadan bıraktım.
Bu arada bir avukat kız ve yeni kuyumcu olan bir erkek evlat ve de kızımdan bir erkek bir kız torun sahibi oldum.
Şu anda narenciye bahçemle oyalanıyorum ve de emekliliğimi yaşıyorum. Her zaman bütün bunları sizin sayenizde yaşadığımın bilincinde oldum. Sizinle her zaman gurur duydum ve meslek anılarınızı her okuduğumda daha çok gurur duydum.
Bu arada dünya kalp cerrahisine bir tuğla koyan her bilim insanına da şahsınızda minnetlerimi sunuyorum.
Sevgili hocam,sonsuz minnet ve saygılarımla ellerinizden öpüyor, size sağlıklı, huzurlu nice yıllar diliyorum.
Dr. Tuncay Çelik
(Sevgili meslektaşım ve hastamdan…) A. Aytaç
Sayın Aydın hocam,
Öncelikle size olan minnettarlığımı belirterek sözlerime başlamak isterim.
Ben sizin 1987 ve 1989 yıllarında (aort koarktasyonu ve mitral kapak replasmanı) ameliyat ettiğiniz hastanızım. O yıllarda henüz 9 yaşındaydım. Sizi yıllarca öğretmen olan anne ve babamın anlattıkları kadarıyla tanıyabildim (keşke imkan olsa da ellerinizden öpecek kadar yakından tanıyabilsem).
Şu an 38 yaşındayım ve sayenizde en ufak bir sağlık sorunum olmadan bu yaşıma kadar gelebildim.
Sizi örnek alarak doktor olmaya karar verdim ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. Fakülteyi birincilikle bitirdim. Nöroloji ihtisası yaptım. Nöroloji board sınavında ikincilik derecesi aldım. Mutlu bir evlilik yaptım. Kendi memleketim olan Bursa’da nörolog olarak mesleğimi sürdürmekteyim.
Tüm bunlar sizin sayenizde oldu, çünkü sağlığım iyi olmasaydı bunların hiçbirini başaramazdım. Size minnettarım.
Sevgi ve saygı ile ellerinizden öperim.
Sevilay Aligülü
(Tıbba gönül vermiş, gelecekteki meslektaşımdan…) A. Aytaç
Merhabalar,
Açıkçası söze nasıl başlamam gerektiğini bilmiyorum, en iyisi ben size biraz kendimden bahsedeyim.
Ben Sevilay Aligülü, 18 yaşındayım. Liseyi İngiltere’de bitirdikten sonra maddi durumum orada kalmaya yeterli olmadığı için Türkiye’ye dönerek üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladım.
Birkaç gün önce kitabınızı okuyup bitirdim. Yaptıklarınız, başarılarınız beni o kadar mutlu etti ki; okurken gözümdeki yaşlara engel olamadım.
Kitabınız, hayatınız bana o kadar ilham verdi ki kendimi bildim bileli ben de sizin gibi cerrah olmak istiyorum.
Seneye inşallah ben de sizlerden biri olmak için ilk adımımı atacağım.
Yaptıklarınız beni o kadar büyüledi ki. Belki de şu an yazdıklarım çok saçma geliyor size, belki okumazsınız bile.
Kitabınızın başında annenize söylediğiniz bir söz çok dikkatimi çekti ‘Anneciğim, istediğin takdirde iyi bir mühendis olabilirim fakat doktor olmama müsaade edersen mühendislikten çok daha büyük bir başarıya ulaşacağım’. Kendinize inanmanız, bu denli kendinizi tanımanız benim gerçekten düşüncelerimi etkiledi. Kendimi size o kadar yakın hissetim ki hemen yazmak istedim. Siz mühendislikteyken gördüğünüz o rüya sayesinde hayatınız değişti sizin hayatınızın dönüm noktalarından biri… Benimki ise; kesinlikle sizin kitabınız…
Umarım bana geri dönüş yaparsınız, umarım bir gün idolümle tanışma fırsatını yakalarım.
En içten tüm sevgi dileklerimle…
Ezgi Karakaya
Işık Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Son Sınıf Öğrencisi
Sayın Aydın Hocam,
Öncelikle size kendimi tanıtmak istiyorum. Ben Ezgi…
Işık Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği son sınıf öğrencisiyim.
Kitabınızı Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin üniversitemize açtığı standta görüp satın aldım. İtiraf etmeliyim ki; bir Biyomedikal Mühendisi adayı olarak çok şey kattım kendime; kitabınızda ismi geçen birçok kişi, kuruluş ve vaka isimleri hakkında araştırma yapıp bilgi sahibi oldum.
Başarılarınızı ve Türk Tıp Tarihi’nde gerçekleştirdiğiniz ilkleri okuyup öğrendikçe onur duydum. Bizim gibi gençlere ilham kaynağı oldunuz, motive ettiniz. Çok teşekkürler.
Ben kitabınızı okuduktan sonra naçizane sizinle hislerimi paylaşmak istedim. Umarım birgün sizinle tanışma ve kitabınızı imzalatma şerefine nail olurum.
Hastalarım ve Yakınlarından
Dr. Mehmet Nayimoğlu
Dünyada bir ‘ilk’i daha gerçekleştirdiğiniz hastanız
Aydın hocam merhaba,
Beni 1995 yılında Amerikan Hastanesi’nde ameliyat ettiniz. Sağ pulmoner arter hipoplazisi+fallot tetralojisi hastasıydım.
Bu ameliyatın dünyada ilk olduğunu ben de çok sonradan sizin kitabınızdan öğrendim, kendi ameliyat raporumla karşılaştırdığım için.
Öncelikle, size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum, şu an gayet sağlıklı ve mutluyum. Anne ve babam hep anlatır, ameliyatımdan sonra hep “ben de doktor olacağım, hem de Aydın bey gibi olacağım” diyormuşum. Ve bu yıl Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum, memleketim olan Tekirdağ’da göreve başladım.
Sizin gibi büyük bir doktorun ellerinin dokunduğu kalbimle, ben de hastalarıma şifa dağıtmaya çalışacağım.
Umarım bir gün sizi ziyaret etme fırsatım olur.
Sevgi ve Saygılarımla
Hanife Bilek
Hastanız
Sevgili Aydın amca;
Uzun zamandır sana nasıl ulaşacağımı düşünüyordum! İyi ki bu internet bulunmuş. Yıllarca nasıl teşekkür edeceğimi düşünüyordum. Çalıştığın hastanelere kadar arayarak ulaşmaya çalıştım kısmet bugüneymiş; bugünleri de senin sayende gördüm. Doğduğum günden beri geçirdiğim rahatsızlık, ölümle iç içe olmak, hele bir de çocuk olmak… Sen hayat kurtaran bir kahraman olarak yerleştin hayatıma. Kalbi delik doğmak… Çaresi şimdilerde çok kolay ama 1977’lerde imkansızdı. Sen imkansızı başaran adam! Ailelerin anne babaların umudu. Allah iyi ki seni var etmiş.
Senin sayende, Allah’ın izniyle şimdi bir yuvam ve de dünyalar güzeli kızım oldu. Şu an 14 yaşında… O zamanlar yaşamak bile hayalken, o güzel gönlün, zekan ve bilginle hayat verdin. Bunları yaşamayanlar bilemez. Zor günler hastane koridorları. Seninle ilk tanıştığımda 5 yaşında idim, herkes ölecek gözüyle bakıyordu. Aydın amca bu kadar insana hayat verdin; herkese devamlı seni anlattım, kızım bile o kadar merak etti ki yerin değerin ölçülmez.
13 yaşında ameliyat ettiğinde hiçbir hayalim yoktu, sen sadece bir kusurum olduğunu söyledin, “onu da kapatacağız ve hiçbir kusurun kalmayacak” dedin, öyle de oldu. Sadece ameliyat etmiyordun, sıfır psikolojimizi de yerine getiriyordun. Aydın amca senin gibi güzel yüreklere ihtiyacımız var. Güzel yürekli insan. 6 Haziran 1990’da ameliyat oldum ve dediğiniz gibi hayata ikinci kez geldim. Hocaların hocası…
Sevgiler.
Ertuğ Çetinkol
Hastanız…
Pek Değerli Hocam Aydın Aytaç,
Ben sizin ufak bir hastanız olan Ertuğ Çetinkol. 1990 yılında ameliyat ettiniz beni ben 3.5 yaşındayken. Tabi ki yaptığınız on binlerce başarılı operasyon içerisinden beni hatırlamanız mümkün değil.. Fakat ben sizi hiç unutmadım hocam. Can borcum olan sizi hiç unutmadım.. Ama sizin bana emanet ettiğiniz o kalbe iyi bakamadım maalesef…
Yapılan kontroller EKG ve EKO sonuçlarının ardından doktorlar anjio ve ameliyat kararı verdiler. Yakında anjio olacağım hocam…
Yazdığınız kitabın bir çok satırını gözlerim yaşlı okudum… Eğer sizin içinde uygunsa anjiomdan önce sizle görüşmek kitabınızı imzalatmak ve o güzel ellerinizi öperek helallik almak istiyorum…
Görüşmek ümidiyle…
Saygılarımla.
Ecz. Benan Kahyaoğlu Küçük
Silivri İlçe Sağlık Müd.
Çok saygıdeğer doktorum;
Size; hayatımı borçlu olduğumu bilerek geçirmediğim bir günüm bile olmadı. Çok zorlu şartlarda geçirdiğim hayatım sizin sayenizde hala devam etmekte… Bir kaç kere size ulaşmaya çalıştım. Fakat başarılı olamadım. Sadece teşekkür etmek ve hala yaşadığımı ifade etmek istedim.
1974 yılı Kasım ayında beş yaşında iken VSD+Ps ve 1990 yılı Temmuz ayında da Subaortic Stenoz ameliyatlarımı uyguladınız. Çok başarılı olmuş ki, her istediğimi fazlası ile yaptım. Üniversiteyi gecikmeli de olsa bitirdim. İki Çocuk sahibi oldum. Hala aktif olarak çalışıyorum. Normal insanların pek çoğundan bile çok daha iyiyim.
Sizi daimi olarak hep şükran ile anacağım.
Saygılar ve binlerce teşekkürler…
Tuncay Manav
İzmir’de Yaşayan Hastanız
Saygıdeğer Hocam,
Ben; Hacettepe Üniversitesi’nde ilk kez 1968’de sonra da 1974’de açık kalp ameliyatı yaptığınız, 1965 doğumlu hastanız Tuncay Manav’ım.
Sizin başarılı ve yüksek hızda seyreden hayatınızı internetten okurken çok büyük bir hayranlık-gururla takip ettim. Ayrıca maziyi hatırlayınca çok tanıdık simaları resimlerde görüp hatırladım… Ekibinizdeki Yurdakul hoca, Çoskun hoca, hemşire hanımlar ve personeller beni cok duygulandırdı.
Hocam, bana 2006 da bir senkop sonucu Ege Üniversitesi’nde (beta) kalp pili takıldı. Sanem Nalbantgil hocanın (digoksin’in kalbimi durdurduğunu söylemesi üzerine) Mehdi Zoghi hoca tarafından pil takıldı. Yaşım da 50 oldu.
Benim ve benim gibi hastalardaki; ayrıca tıp dünyası ve insanlık icin yapmış olduğunuz katkı, hizmet ve emekler için şahsım adına size çok çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu çalışmaları yaparken almış olduğunuz hizmet aşkından gelen manevi haz ve mutluluğu algılayabiliyorum… Sizin adınıza da çok seviniyorum.
Size kalbimin en derin sevgi ve saygılarını sunuyorum. Herşey o güzel gönlünüzce olsun.
Kıymetli aileniz ve tüm sevdiklerinizle tüm güzellikler sizinle olsun.
Saygılarımla
Devamı:
Saygıdeğer Hocam,
Önceki satırlarımda özel hayatımdan söz etmemistim. Web sitenizde paylaşma isteğiniz üzerine birkaç satır daha ilave etmek istedim.
1968-1974 arası operasyonlardan sonra, 1988 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi Inşaat Mühendisliği’nden mezun oldum.
1995 ve 2000 de evlendim. Şu an İzmir Yasar Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde okuyan oğlum Ömer; lise 1.sınıfta okuyan oğlum Rahmi (havuç lakaplı, tv. deki gibi çok seker). Ortaokul 1.Sınıfta okuyan kızım güzeller güzeli Mediha Manav olmak üzere sağlıklı, sıhhatli çocuklarım var.
Allah tüm çocuklarımızın hayırlı olmasını nasip etsin.aciıarını kederlerini. bizlere yaşatmasin…
Hocam artık emekli olarak yaşıyorum.
Saygılarımla
Yakınlarımdan
Birkaç Anım…
Hastanın Güvenini Kazanmak
Ameliyat sözcüğü genellikle hastayı ürkütür. Ama kalp ameliyatı hastada çok daha derin, çok daha korku uyandıran bir etki yapar. Hasta psikolojik olarak kendisini ölüme daha yakın hisseder. Bazı hastalar ameliyattan sonra, ‘Gittim, geldim’ sözleriyle bu duygularını dile getirir. Korkmak elbette ki normaldir, korkmuyorum diyen hasta ya yalan söylüyordur ya da normal değildir. Ama bu korkunun paniğe dönüşmesi ve hastanın ameliyattan vazgeçmesi, yaşama şansını kaçırması demektir.
Hastanın ameliyat korkusunu yenebilmesi için cerraha çok önemli görevler düşer. Cerrah olarak ne kadar sıkışık durumda olursanız olun, koşullarınız ne olursa olsun, hastaya ihtiyaç duyduğu ilgiyi göstermeniz gerekir. Kalp ameliyatı sizin her gün yaptığınız bir iş olabilir ama hasta ilk kez başına gelen bir olay yaşamaktadır. Ona, “Doktorum bana önem veriyor, benimle ilgileniyor, iyi olmam için benim kadar bu konuya eğiliyor, dolayısıyla kendimi ona rahatlıkla emanet edebilirim” duygusunu yaşatmalısınız. Hastayla ilgilenmek, onunla konuşmak, onu manen kazanmak, tedavinin yarısıdır. Bu güveni duyarak ameliyata gelen hastaların sağlıklarına kavuşması çok daha hızlı olur.
Hacettepe Hastanesi’nde çalıştığım yıllarda, 22-23 yaşlarında bir hastaya kalp kapakçığı ameliyatı yapacaktım. Asistanlarım hastanın çok korktuğunu, neredeyse hastaneden kaçacağını söylediler. Ameliyattan bir gün önce akşamüstü viziteye çıktım. Hastayla konuştum, kendisine ameliyatıyla ilgili bilgi verdim. O esnada komodinin çekmecesini açıp sigara paketini çıkardı. Bir sigara aldı ve bana, “Doktorcuğum benimle bir sigara içer misin?” diye sordu.
Şaşıran asistanlarım, benim sigaraya düşman olduğumu bildikleri için dışarı kaçtılar. Bense, “Tabii evladım” dedim ona. Yatağın kenarına oturdum. İki üç nefes çekti sigarasından, sonra söndürdü. Ben de söndürdüm. Bana, “İstersen beni şimdi ameliyata al, ölsem de gam yemem. Kendimi büyük bir güvenle sana emanet ediyorum” dedi. O anda yalnızlığını yenmişti. Ama ben ona kızsaydım, “Sen kalp hastasısın, nasıl sigara içersin” deseydim, hiç şüphesiz çocuk bir anda perişan olurdu.
Bir kalp doktoru, hastanın sadece kalbinin değil, aynı zamanda ruhunun da doktoru olmalıdır. Bir psikolog gibi, hastasının ruhsal durumunu iyi anlamalı, onun sıkıntılarını paylaşmalıdır. Tıp; matematik gibi iki kere ikinin dört ettiği bir bilim değil, bir denge bilimidir.
Ekip Çalışmasının Önemi
Bir başka önemli nokta da, ameliyata giren ekibin yeterliliği ve uyumudur. Dünyanın en mükemmel hastanesini inşa etseniz, en lüks koşulları sağlasanız, elinizdeki insan faktörü yeterince iyi değilse, o hastane hiçbir işe yaramaz. Dünyadaki hiçbir alet, ne kadar mükemmel olursa olsun, insan faktörünün yerini tutamaz. Önemli olan o aleti kullanacak insanların iyi yetişmiş olmasıdır.
Bu vesileyle, bugüne kadar yaptığım ameliyatların başarı ile sonuçlanmasında bana her zaman büyük destek sağlayan tüm ekip arkadaşlarıma en içten duygularımla teşekkür etmek isterim. Bugün her biri, kalp cerrahisi alanındaki özverili çabalarıyla insan sağlığına hizmet etmektedir.
Telefonla Ameliyat
Hacettepe günlerine ait unutmadığım bir anım da, telefonla verdiğim talimatlarla yapılan bir açık kalp ameliyatıydı.
Ordu’nun Ünye ilçesinde 40 yaşında bir adam, bir kavga sırasında kalbine beş bıçak darbesi alıp koma halinde Ünye Devlet Hastanesi’ne kaldırılmış. Daha önce Hacettepe’de benim de öğrencim olmuş olan Dr. Samim Süngün de o hastanede çalışıyormuş.
Bir gün Hacettepe’de odamdayken telefon çaldı, arayan Dr. Süngün’dü. Yabancısı olduğu bu müdahale için ne yapması gerektiğini sordu ama tabii vakayı görmem mümkün değildi. Dr. Süngün’e, “Telefonu hemen ameliyathaneye bağlat” dedim. Bağlantı sağlandıktan sonra ameliyat masasında gördüklerini bana detaylı olarak aktarmaya başladı. Ben de, o anlattıkça neler yapması gerektiğini sırasıyla tarif ediyordum. Ameliyat başarılı bir şekilde sonuçlandı ve yaralı kurtuldu.
Ertesi gün Dr. Samim’i arayıp, hastasını kurtarabilmek için elinden gelen tüm gayreti göstermiş olduğu için tebrik ettim.
Rudolf Nissen’i Ziyaret
1969 yılında bir haftalığına da İsveç’teki tanınmış Karolinska Enstitüsü’ne gitmiştim. Aklımda hep bir fırsatını bulup, öğrenciliğimden beri adını duyduğum ama hiç karşılaşamadığım Rudolf Nissen’le tanışmak vardı. O sırada İsviçre’de Basel Üniversitesi’nde cerrahi bölüm direktörü olarak çalıştığını biliyordum. Basel Üniversitesi’ni aradığımda bana Nissen’in iki ay önce emekli olduğunu, fakat özel muayenehanesinde çalışmaya devam ettiğini söyleyerek telefon numarasını verdiler.
Muayenehaneyi arayarak sekretere kendimi tanıttım ve kabul ederse o günlerde Nissen’i ziyaret etmek istediğimizi söyledim. Yanımda Hacettepe’de kalp-akciğer makinesini çalıştıran perfüzyonist Ali Arslan da vardı. Bir dakika sonra Nissen’in, ertesi gün saat 13:00’de bizi beklediğini bildirdiler. Akşamüstü uçakla Stokholm’den Zürih’e geldik. Ertesi gün de trenle bir saatte Basel’e ulaştık ve saat 12:45’te Nissen’in muayenehanesindeydik. Salon hastalarla doluydu.
(1886-1981)→
Nissen, içerideki ilk hasta çıkar çıkmaz bizi kabul etti. Hâlâ çok dinç ve kudretli bir görünüşü vardı. Ziyaretimize çok sevinmişti, bizimle uzun uzun konuştu. Türkiye ve üniversite ile ilgili birçok soru sordu. Ben dışarıda bekleyenleri düşündükçe, kalkmak için izin istiyordum. O da her seferinde “Zarar yok, onlar her gün geliyor, siz biraz daha kalın” diyerek bizi tutuyor ve sohbetimizi sürdürüyordu.
Nissen bize bol vakit ayırınca ben de kendisine bir hatıra olarak, (ABD yıllarım kısmında bahsettiğim) Dr. Abbott’la yaptığım konuşmayı naklettim. Çok duygulanarak, “Yabancı diyarlarda hakkımı savunman beni çok sevindirdi” dedi. “Ama şunu hiç unutma, gerçekler hiçbir zaman gizli kalmaz, er geç ortaya çıkar. Bak sana ne göstereceğim.” Böyle söyleyerek yazıhanesinden bir dosya çekti ve içinden çıkardığı bir mektubu bana uzattı. Mektubu yazan Graham’dı ve dünyadaki ilk pnömonektomi dolayısıyla Amerikan Tıp Kurumu tarafından gönderilen Credit Letter’ın, bu ameliyatı kendisinden önce gerçekleştiren Nissen’in hakkı olduğunu belirtiyordu.
Dünyanın en önemli olaylarından birine tanık olmanın mutluluğuyla, ayrılmak için izin istedim. Nissen ayağa kalktı, sağ elimi iki elinin içine alarak, “Yalnız, üzüldüğüm bir şey var” dedi. “Aradan geçen 40 yıla yakın zamanda bir kere bile Türkiye’ye davet edilmedim.”
Oradan büyük bir acıyla, başım eğik ayrıldım. Bu büyük insan hayata veda etmeden bunun mutlaka telafi edilmesi gerektiğini düşünerek, kararlı bir ruh haliyle Ankara’ya döndüm. Ertesi gün İhsan Doğramacı’yı ziyaret ederek durumu anlattım ve “Mutlaka Nissen’i davet edelim” dedim. Önerimi çok olumlu karşılayan Doğramacı, “Çok iyi olur, zaten kendisi benim de hocamdır” dedi. Ancak, şunu da ilave etti: “Bir 6 ay bekleyelim. Hacettepe’deki bazı eksiklerimizi giderelim. O zaman çağırırız.” 6 ay sonra hatırlattığımda ise, “Henüz hazır değiliz, biraz daha sonra” dedi. Ben de konuyu bir daha gündeme getirmeyi kendisinden beklerken epey zaman geçti.
Hacettepe’de Mezuniyet Sonrası Eğitim Fakültesi ve onu takiben Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı olarak da görev yaptığım 1972 veya 73 yılında, bir yurtdışı seyahati dönüşü İhsan Doğramacı’yı ziyarete gittiğimde bana, “Aydın, sen yokken senatodan bir karar geçti. Üç değerli bilim adamına Şeref Doktorluğu vereceğiz” dedi.
Doğramacı ayrıca, Dekan olarak bunlardan birinin takdim konuşmasını benim yapacağımı söyleyip, hangisini istediğimi sordu. Cevabım şöyle oldu: “Hocam, yürekten kutlarım. Tıbba ve insanlığa hizmet etmiş değerli insanları böyle onurlandırmak, onları gençlere tanıtmak, ülkemizde nadir rastlanan çok güzel bir şey. Bu eksikliğimizi her fırsatta telafi etmeliyiz. Yalnız müsaade ederseniz, benim de mukabil bir teklifim ve adayım var.”
Hocamın büyük otoritesi ve üzerimizdeki ağırlığı böyle bir cevaba müsait değildi. Kaşları çatıldı ama yine de teklifimin ne olduğunu sordu. “Efendim, müsaade ederseniz Şeref Doktorluğu için Dr. Nissen’i davet edelim, ben de onun takdim konuşmasını yapayım” diye cevap verdim.
Doğramacı, “Haklısın, geç bile kaldık onu davet etmekte” dedi. “Sen hemen öğleden sonra kendisini ara ve davetimizi bildir.”
Odama dönerken sevinçten uçuyordum. Basel’i arayıp telefonda Dr. Nissen’e durumu anlattım. Büyük bir heyecan ve sevinçle teşekkür etti. “Benim için büyük bir şereftir, böyle bir davetin Türkiye’den gelmesinden ötürü çok mutluyum” dedi. Sonra sesi titremeye ve konuşması karışmaya başladı. Birden, telefonda bir hanım sesi duydum. “Dr. Aytaç, Nissen çok heyecanlandı, konuşamıyor, son zamanlarda parkinsonu ilerledi” diyordu. “Ama Türkiye’ye gelmeyi çok arzuluyor, doktorları müsaade ederse mutlaka gelecek.”
Nissen’e senato kararını, resmi davetiyeyi ve uçak biletini gönderdik. Ne yazık ki doktorları müsaade etmedi ve kendisi törene gelemedi.
30 Aralık 1973 Pazar günü saat 11:00’de gerçekleştirilen törende, takdim konuşmasını yaptım. Rektör Doğramacı, ilgili belgeleri ve beratı, Nissen’e verilmek üzere, törene onun adına gelen Prof. Dr. Derviş Manizade’ye teslim etti.
Aynı gün ve törende İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sadi Uzunak da “Şeref Doktorluğu” payesini aldı. Yaptığı teşekkür konuşmasında, “Prof. Aydın Aytaç konuşurken gözlerim yaşardı. Hacettepe Üniversitesi, Türkiye olarak bizi büyük bir mahcubiyetten kurtardı. Profesör Nissen’e verilen bu paye beni, bana verilenden daha çok sevindirmiştir” dedi.
Bu anlamlı tören sona erdiğinde, benim de içim artık rahattı. Nissen hayattayken Türkiye’ye davet edilmişti, hem de “Dr. Honoris Causa” gibi en yüksek bir bilimsel ödül münasebetiyle. Törenden sonra Nissen’e güzel bir mektup yazarak, töreni tüm detaylarıyla anlattım.
Nissen’in, “Ayrıldıktan sonra bir kere bile Türkiye’ye davet edilmedim” diyen ve beni büyük bir acıya boğan sesini artık duymuyordum. Onun, Türklerin kadirşinas olduğu inancına varmış olarak yaşama veda edeceği düşüncesiyle huzura kavuşmuştum.
“Şeref Doktorluğu” beratı eline geçtikten sonra, Nissen de bana bir teşekkür mektubu gönderdi. Mektubunu şu cümleyle bitiriyordu: “Sizi temin ederim ki, 40 yıldır beni Türkiye’ye bağlayan düğümlere bir yenisini de siz eklediniz.”
Yazdığım Bir Öykü
* Gerçek bir olaya dayanarak yazdığım bu hikayenin kahramanı olan
Dr. Cüneyt, adını, metni kaleme aldığım 1978’de doğan ilk torunumdan almıştır.
Fatma Bacı’nın Öbür Oğlu
Doktor Cüneyt Pazar sabahı uyandığında saat 10’a yaklaşıyordu. Son haftaların yoğun ve yorucu uğraşlarından sonra ilk defa bulduğu dinlenme fırsatını ifade ediyordu bu gecikme. Önce hayretle sonra gülümseyerek baktı saate. Doğrusu bundan zevk duymamak olanaksızdı. Mesleği, geç saatlere kadar çalışmasını ve bunun tabii sonucu olan yorgunluğa rağmen, ertesi gün erkence bir saatte hastanede olmasını gerektiriyordu. Bu durum birçok kereler hafta sonları ve tatil günlerini de içeriyor ve bazen de ani çağrılmalarla geceleri de gitmesi gerekebiliyordu.
Bugünkü geç ve huzurlu uyanış, özlediği bir gerçeği yansıtıyordu! Gevşemiş vücudunu, yatağın rahat kucaklarına bırakarak o gün yapacaklarını düşünmeğe başladı…
Bu boş günden yararlanarak, karısının çoktan beri istediği ve kendisi yüzünden defalarca ertelemek zorunda kaldıkları birkaç akraba ziyaretini yerine getirmek ne kadar iyi olacaktı… Ayrıca gelecek ay katılacağı Tıp Kongresi’yle ilgili yazısı üzerinde de biraz çalışmalıydı. Gece ise, ertesi günkü uzun ameliyat saatlerini düşünerek, çok geç olmadan yatmalıydı. Bunların hepsinden daha önemli olarak, o gün Pazar da olsa hastaneye gitmeli, hafta içinde kalp ameliyatı yaptığı hastalarını ziyaret etmeli, hatırlarını sormalı ve nöbetçi olarak onların takip ve bakımını üstlenmiş olan asistanları ile vizit yapıp görüşlerini almalıydı. Bu kararla bir saat sonra hastaneye varmış, servise çıkarak, genç meslektaşlarıyla beraber hastaları dolaşmaya başlamıştı bile…
Doğrusu bu vizitleri çok seviyordu. Ona hep genç asistanlık yıllarında hastane koridorlarında, hasta yatakları başında geçirdiği uzun ve bitmek bilmeyen günleri hatırlatıyordu. Nasıl beklerdi bir hocası vizite gelsin de, büyük emekle baktığı ve durumları iyi olan ameliyatlı hastaları göstersin diye. Aslında bu bekleyişin asıl nedeni, çekimserlik duyduğu ve tecrübesizliğinden dolayı endişeye kapıldığı durumlarda onlar ne diyecek, nasıl bir yol gösterecekler merakından ileri geliyordu. Söylediklerini can kulağı ile dinler, onlar gidince, artmış bir güvenle ve cesaretle sarılırdı görevine. Bazen de önerileri, kendi düşüncelerine tıpatıp uyar, o zaman sonsuz bir zevk ve gururla, kendisini hemen mesleğinin zirvesine çıkmış meşhur bir operatör gibi görürdü…
Doğrusu bu hayalleri çabuk gerçekleşmiş ve ihtisasını tamamlayarak genç sayılacak yaşta döndüğü ülkesinde, kendi alanında önemli katkıları olan tanınmış bir kalp cerrahı olmuştu. En güç kalp ameliyatlarını yaptırmak için, her yıl yüzlerce hastanın ona koşması, kendisine tarifsiz bir zevk ve haklı bir gurur veriyordu. Fakat onu en fazla sevindiren, hastalarına ve mesleğine yürekten bağlı, onlarla mutlu, onlarla kederli, insan bir hekim olarak anılmasıydı…
O rahat ve huzurlu Pazar gününde de bu düşüncelerle vizit başladı. Bütün hastaların problemsiz ve iyi olduğu, az rastlanır günlerden biriydi. Bu hava, servisteki doktor ve hemşirelere de yansımış herkes neşe içinde, hocanın etrafında mutlu bir tablo oluşturarak, hastaları dolaşıyorlardı. Sıra en sonunda, koridorun solunda ve uçta olan Mehmet’in odasına gelmişti. Mehmet 21 yaşında, aslan gibi bir delikanlıydı. Küçük yaşta geçirdiği romatizma, kalbine vurmuş ve delikanlılık çağında yavaş yavaş kendini hissettirmeğe başlamıştı.
Gene de askerlik için çağrıldığı muayenede, gerçek yüzüne vuruluncaya kadar işin ciddiyetinden habersizdi. Ne acı gelmişti birden, sende kalp romatizması var asker olamazsın dediklerinde! Çürüğe çıkmak!… Ölmek daha iyiydi onun için. Kendisiyle gururlanan, aslan oğlum benim diyerek her yerde onu anlatan anasının yüzüne nasıl bakacak, köyün meydanında uzaktan onu gösterip; işte Fatma Bacı’nın yiğit oğlu Mehmet! Aslan gibi maşallah sesleri arasında nasıl dolaşacaktı.
Mehmet bitmişti. Hiç bir haber onu bu kadar derinden sarsamazdı. Ama onu asıl yıkan, anacığının, daha doğrusu bütün köyün Fatma Bacısı’nın bu haber karşısında ne olacağı idi.
Fatma Bacı, talihi yaver gitmemiş bir Anadolu kadını idi. Evlendikten üç yıl sonra, dev gibi kocasını yitirmişti. Bütün köyün Hüseyin Abi dedikleri, pehlivan yapılı adam, ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir hastalıktan, bir ay içinde eriyip gidivermişti. İşte o günden sonra köyün güzel kızı Fatma’nın adı, Fatma Bacı olarak kalmıştı. Cahildi fakat içgüdüleri kuvvetli, akıllı ve her Anadolu kadını gibi metindi. Erkeğini yitirmek onu, bir daha hiçbir şeyin teselli edemeyeceği kadar derin bir acıya boğmuştu. Buna rağmen yıkılmadı. Anılarına bağlı kalarak, içindeki fırtınalarla ve dışarıdaki güçlüklerle tek başına mücadele ederek, yaşamını sürdürdü. Hep sert yüzlü, dobra dobra konuşan ve davranışlarında erkek gibi bir kadındı. Ama asla küs bir hali yoktu. Allah’a ve kadere inanıyordu. Kocasından ona hatıra kalan iki oğlu en büyük tesellisi idi. Onlarla oyalanıyor, onlar için didişip, uğraşıyor, onların sevinçlerinde, buruk da olsa, içini büyük bir mutluluk dolduruyordu.
Çocukları da, şükür onu üzmeden büyümüşlerdi. Hele büyük oğlu Mehmet! Yakışıklı, tıpkı babası gibi pehlivan yapılı bir delikanlı olmuştu. Ona baktıkça, gözleri buğulanır, ”Allahım, iyi ki bana Mehmet’imi vermeden, erkeğimi almadın” diye dua ederdi…
Ne var ki; bu mutluluk, o gün gelen acı haberle kökünden sarsılmıştı. Mehmet artık yiğit bir delikanlı olamazdı. Mehmet, o aslan gibi görünüşün altında, askerden geri çevrilen bir kalp hastası, bir çürüktü!
Fatma Bacı beyninden vurulmuşa dönmüştü. Ne yapacaktı şimdi?… Erkeğini kaybettiği gün bile, bu haberi aldığı zamanki kadar şaşkına dönmemişti. Çaresizlik bütün yakıcılığıyla benliğini sarmıştı. Birşeyler yapmalı, bir yol bulmalıydı. Mehmet’in kurtulması, yaşaması ve gene aslan gibi olması lazımdı. Ama ne yapabilirdi ki? O, cahil bir köylü kadındı!…
Bu düşüncelerini kızkardeşine açtığı zaman, O: ”Abla üzülme elbet bir yol bulunur, ben gidip muhtarın karısına bir sorayım” demiş ve iki saat sonra da güleç bir yüzle geri gelmişti. Muhtarın karısı uyanık ve ilgili bir kadındı. Kasabada kalbinden hasta olan bir çocuğun, Ankara’da, Amerika’dan yeni gelmiş bir doktor tarafından ameliyatla kurtarıldığını ve çocuğun şimdi çok iyi olduğunu duymuştu. Mehmet’i de, ona götürmeleri gerekiyordu. Muhtarın karısı, kasabalı çocuk gibi, doktor beyin, onu da iyi edebileceğini söylemişti…
Fatma Bacı’nın yüreğini belli belirsiz bir ümit kaplamıştı. Demek ki; yavrusu gene eskisi gibi olabilecekti…
İşte, vizit yapılan o Pazar günü Mehmet’in ameliyatının üzerinden tam on gün geçmişti. Ameliyat çok başarılı geçmiş, romatizma nedeniyle yapışmış kapakçıklar açılarak, hastalığın kalp üzerindeki olumsuz etkisi giderilmişti. Mehmet, ameliyattan sonra süratle toparlanmış ve son günlerde de artık servise sığmaz olmuştu. Ne zaman aransa ya koridorda veya bahçede bulunuyordu. Hele ziyaret günleri Mehmet’teki değişiklik hemen göze çarpıyordu. O günlerde de elini öpmek ve kucağına atılmak için anasını bekliyordu…
Fatma Bacı’nın hikayesini, daha ameliyat günü bütün servis öğrenmişti. Böyle aslan gibi bir Anadolu delikanlısı, kalp ameliyatı olmak için hastaneye yatsın da babası orada bulunmasın! Bu görülmüş şey değildi. Bu neden sorulduğunda Mehmet’in gözleri dolu dolu olmuş ve hiç hatırlamadığı babasını ve Fatma Bacı’nın hikayesini tümüyle anlatıvermişti. O günden beri servisteki herkesin Mehmet’e olan ilgisi büsbütün artmış, Fatma Bacı, yanında kızkardeşiyle yaptığı ziyaretlerde, herkesten başka bir yakınlık ve saygı görmeğe başlamıştı. Tüm hastalarına büyük bir sevgi ve ilgi duyan Doktor Cüneyt Bey de , bu Anadolu kadınının öyküsünü öğrendikten sonra, Mehmet’in üzerine bir başka türlü titrer olmuştu…
Ne var ki; Mehmet, o gün biraz soluk ve hasta görünüyordu. Az evvel bahçeden gelmişti. Perşembe günkü ziyaret saatinde, Fatma Bacı’ya oğlunun Pazar günü taburcu olacağı, doktor bey tarafından müjdelenmişti. Ziyaret saati öğleden sonra ikide başlayacağı halde, Fatma Bacı daha sabahtan hastanenin yolunu tutmuş, belki biraz evvel bırakırlar, geç kalmayalım diye yol boyunca, kardeşinin elinden çekiştirip durmuştu. Bahçede Mehmet’le konuşurken onun geceden beri biraz ishal olduğunu öğrenmişti.
Doktor bey Mehmet’i iyice muayene etti. Kalp yönünden durumu fevkalade idi. İshale rağmen o gün hala taburcu olabilirdi. Ama onu bir gün daha tutmaya, kaybettiği sıvıyı telafi etmek üzere serum tedavisi uygulamaya karar vererek, anasını çıkartıp durumu söyledi. Fatma Bacı önce kızkardeşine baktı, sonra mahzun bir şekilde:
”Peki Doktor Bey, sen en iyisini bilirsin. Hani versen ona biz de bakardık emme”
Doktor Cüneyt bey, onun elini sıvazlayarak:
”O zaman iyileşmesi 10-15 gün gecikebilir. Sen bir gün daha bize bırak yarın öğleden sonra gel oğlunu al Fatma Bacı” dedi…
İki kardeş, biraz üzgün fakat inanan ve güvenen insanların huzuru içinde uzaklaştılar.
Akraba ziyaretleri, düzeltilecek yazılar vs. derken, gün ilerlemiş ve
Dr. Cüneyt isteğinden biraz daha geç bir saatte yatabilmişti. Başucundaki telefonun acı acı çalmasıyla uyandı. Hattın öbür ucunda nöbetçi başasistan vardı.
”Hocam: Mehmet’in ateşi 41 derece. Rahat nefes alamıyor. Galiba akciğer ödemi oldu. Acaba gele…” Dr. Cüneyt, cümlenin tamamlanmasına fırsat vermeden ”Hemen geliyorum” diyerek yataktan fırladı, süratle giyindi. Biraz sonra hastaneye ulaşmıştı. Saat tam geceyarısını gösterirken Mehmet’in odasından içeri daldı. Zavallı çocuk, bütün sıkıntısına rağmen doktorunu görünce, gözlerinde sevinçli bir ifadeyle doğrulmaya çalıştı. Dr. Cüneyt hemen hastasını muayene etti ve yapılanları sordu. Öğleden sonra antibiyotik başlanmış ve ishalle kaybettiği sıvıyı karşılamak için damardan bir şişe serum verilmiş ve o bittikten sonra da ikinci şişe, gece 22:00 dolaylarında takılmıştı. İşte ne olduysa, bu ikinci şişeden sonra olmuştu. Ateş süratle yükselmiş ve yarım saat içinde 41 dereceye ulaşmıştı. Belli ki; verilen ikinci şişe serumda mevcut birtakım mikroplar kana karışmıştı. Durumu hemen kavrayan nöbetçi doktor derhal serumu çıkartmış, ateşi düşürecek iki iğne yaptırmış ve hastanın iyileşmediğini görünce hocasını telefonla arayarak durumu bildirmişti. Bu arada da Mehmet’te gözle görülür bir nefes darlığı ortaya çıkmıştı. Dr. Cüneyt hemen kalbi kuvvetle takviye edecek bir ampulü damardan yaptı. Ateşi düşürmek için hastanın her tarafına buz torbaları yerleştirdiler. Solunum sıkıntısı artıyordu. Dr. Cüneyt hastanın akciğerlerini tekrar dinledi. Kalp yetmezliğine bağlı su toplaması daha da artmıştı. Damardan idrar söktürücü iki ampulü arka arkaya yaptı. Saat sabahın birine yaklaşıyordu. Durum düzeleceğine gittikçe bozulu-yordu. Mehmet, inançla ve hala tebessümle doktoruna bakıyor, fakat her nefesinde havayı içine çekebilmek için daha büyük bir çaba sarfettiği iyice belli oluyordu.
Dr. Cüneyt, alnında biriken iri ter damlalarını elinin tersiyle silerek, kalbi takviye için yeni bir damar iğnesi daha istedi.
Hasta artık yatakta, hemen hemen oturmuş vaziyette, yüzüne tutulan oksijen maskesini yutacak gibi hava almaya çalışıyordu. Ağzının kenarında pembe köpükler belirmeğe başlamıştı. Ödem akciğerleri iyice kaplamış ve hava girecek kısımlar giderek azalmıştı. Mehmet’in kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Saymak için nabzını tutmaya gerek yoktu. Her kalp vuruşu, göğüs duvarında rahatça görülen bir darbe ve şişkinlik meydana getiriyordu. Bütün servis doktorları ve hemşireler odaya dolmuşlardı. Dr. Cüneyt, tıbbın tüm imkanları ve bildiği herşeyle hastasına yardım için çırpınıyor fakat her geçen dakikayla ümitleri daha da zayıflıyordu. Mehmet’in yeni ameliyat geçirmiş yaralı kalbi, çok yüksek ateşin gerektirdiği, muazzam pompalama görevine yetişemiyor ve yavaş yavaş kalp yetmezliği ve ona bağlı akciğer ödemi büsbütün artıyordu…
Saat ikibuçuğa doğru ateş hafifçe düşer gibi oldu. İnsanüstü bir gayretle çırpınan doktorlar ümitle birbirlerine ve hocalarına baktılar. Doktor Cüneyt muayeneyi tekrarladı… Hayır, hiçbir düzelme yoktu. 10 dakika daha geçti. Mehmet gittikçe daha zayıf ve cansız görünüyordu…
Dr. Cüneyt hıçkırığı andıran bir sesle:
”Mehmet! Hadi Evladım. Azıcık daha gayret. Derin nefes al. İyice derin nefes al bakayım. Biraz sonra iyileşeceksin. Hem Fatma Bacı yarın gelip seni taburcu edecek. Bu durumda nasıl gidersin. Hadi aslan Mehmet’im, derin nefes al göreyim seni. Gayret!…”
Mehmet, saatler kadar uzun gelen birkaç dakikadan sonra, son bir gayretle gözlerini açtı. Anlamsız bir ifadeyle doktoruna baktı ve başı birden yana düşerken ağzından son bir ses boğukça çıktı ”Ana”…….
Mehmet gitmişti. Saat tam sabahın üçü idi. Zavallı Mehmet’in ameliyatlı kalbi, çok erken gelen bu meydan savaşına dayanamamıştı…
Odadaki herkes ağlıyordu. Hemşirelerinki hıçkırık halini almıştı.
Dr. Cüneyt ilk defa olarak hasta başında ve asistanlarının önünde yanaklarından akan yaşları tutamadı… Eğildi, ıslak dudaklarını yavaşça Mehmet’in alnına dokundurdu ve iki büklüm dışarı çıktı. Nöbetçi doktor odasına giderek bir iskemleye çöktü…
Şimdi ne olacaktı? Fatma Bacı’ya bu haber nasıl verilecekti? Dakikalarca kıpırdamadan öylece çöktüğü yerde kaldı. İster istemez keşke bugün taburcu etmiş olsaydım diye düşündü. O serum verilmemiş olacaktı. Mehmet de biraz gecikmeyle de olsa sıhhatine kavuşacaktı. Ah! O serum! İçindeki mikroplar görünmüyor ki!
Onbinlerce steril ve mikropsuz şişe içinden o bir tane nasılsa bu çocuğa rastlamıştı. Başka birine rastlasa hasta uygun tedaviyle mutlaka kurtulurdu. Ama Mehmet öyle miydi? Daracık kapak açılmış, kalp uzun zamandır yapmadığı kadar bol kan pompalamaya başlamıştı. Bu çok artan göreve alışmak zaman isterdi. Tam bugünlerde gelen ağır bir ilave yük, birkaç saatlik çok yüksek bir ateş, kalbi iflasa götürüvermişti. Bir ay sonra Mehmet’in kalbi aldırmazdı bile böyle bir olaya!…
Ne kadar pişmandı şimdi, o gün Mehmet’i çıkartmadığına!
En iyi niyetle hastasını, tam sıhhatle anacığına teslim etmek istemişti… Ama bunların ne önemi var ki… Mehmet, Fatma Bacı’nın aslan Mehmet’i yoktu artık… Ve bunun hesabına ondan başka kim verecekti ki?…
Başı ellerine gömülmüş, acısıyla düşünceleri arasında bocalarken başasistanın sesiyle irkildi:
”Hocam! Fatma Bacı’nın köyüne araba çıkarttık. Onu alıp gelecekler. Mehmet’in biraz hastalandığını söyleyecek şoför. Gidip gelmesi iki-üç saat sürermiş. Siz çok yoruldunuz. Eve gidip yatın. Biz ona münasip şekilde söylemeye çalışırız efendim” diyordu…
Eve gitmek! Yo hayır! Dr. Cüneyt eve gidemezdi. Bu haberi Fatma Bacı’ya kendisi vermeliydi. Hastasını kurtarmak nasıl görevi ise, bu acı anı onunla beraber yaşamak, o gün öğleden sonra yaptığı gibi tekrar ellerini tutarak, bu bahtsız ve zavallı kadının ıstırabını paylaşmak aynı derecede görevi idi. Hem haberi duyunca onu aramaz mıydı? Oğlunun niçin öldüğünü sormaz mıydı?… Bu soruya nasıl cevap vereceğini kendisi bile bilemezken, bu görevi nasıl bir başkasından isteyebilirdi?…
Evet: Nasıl söyleyecekti? Kadın, genç yaşta kocasını kaybetmişti. Zavallı adam gözleri önünde eriyip bitmiş, sonunda da ölüp gitmişti. Ama o olay haftalarca sürmüştü. Ya oğlu! Aslan gibi Mehmet’ini o gün eve götürecekken, doktorun hatırı için orada bırakmış, ertesi gün gelip alacağı hayaliyle, evine dönüp yatmıştı. Gecenin karanlığında kapıyı çalan ve oğlundan kötü haber getiren bir ses bekler miydi hiç? Ölümünü düşünür müydü ve hiç düşünmediği bu ani gerçeğe katlanabilir miydi?…
Saat sabahın beşbuçuğunu gösterirken kapı vuruldu. Başasistanın arkasından yanında kızkardeşiyle Fatma Bacı gözüktü… Saçı başı dağınık, şaşkın bir hali vardı. Aranır gibi süratle odanın dört bir tarafına bakındı. Daha ağzını bile açmamıştı. Bir sağa bir sola yürüyüp, odadakilerin yüzüne bakıyor ve hemen belki bir şey söyleyen olur diye bakışlarını bir başkasına çeviriyordu. Korku içinde olduğu besbelli idi. Bakışlarında soran, yalvaran ve birazcık olsun ümit verecek birşeyler duymak isteyen bir çaresizlik vardı…
Doktor Cüneyt yavaşça ona yaklaşırken, bacaklarının titrediğini hissetti. Bir elinin korkar gibi hafifçe omuzuna koyarken bir eliyle de elini tutarak:
”Otur Fatma Bacı.” demek istedi. Bir an sesi hiç çıkmayacak zannetti. Söylediği cümleyi kendisi bile tam duyamamıştı.
Fatma Bacı oturmadı:
”Oğlum nerede? Mehmet’im nerede? Tekrar mı hastalandı yoksa?” gibi soruları cevap beklemeden arka arkaya sıralıyordu…
Kimsede birşey söyleyecek güç kalmamıştı. Hemen yanında ve biraz arkasında duran kızkardeşi, Fatma Bacı’nın koluna ilişmiş, sanki düşerse onu tutmak ister gibi duruyordu.
Dr. Cüneyt bütün gücünü topladı:
”Fatma Bacı; Mehmet gece birden ağırlaştı. Hepimiz elimizden gelen herşeyi yaptık ama!…” Cümlesinin sonunu getiremedi… Gerek de kalmamıştı!
Fatma Bacı acı gerçeği anlamıştı. Olduğu yerde adeta sallanıyordu.
21 yılını verdiği, hayatının direği, aslan Mehmet’i yoktu artık. Yüzü birden gerildi. Herkese bir asır kadar gelen kısa bir süre öylece kaldı sonra gözlerinde tarifi imkansız bir öfke ve beklenmeyecek kadar sert ve kuvvetli bir sesle:
‘Doktor bey: Öldürecektin de niye oğlumu ameliyat ettin?’ derken sağ ayağını hırsla yere vuruyordu…
Odaya bir anda korkunç bir sessizlik çöktü. Kızkardeşi telaşlı ve haykıran bir sesle:
‘Abla; o nasıl söz. Doktor bey Mehmet için ne kadar emek verdi, ne kadar uğraştı biliyorsun’ diyerek, bir taraftan da ablasını adeta zorla odadan dışarıya çıkarmaya çalışıyordu.
Doktor Cüneyt bitmişti. Dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Düşmemek için eliyle iskemleyi yoklayarak oturdu. Kimse birşey söyleyemiyordu. Herkes çok büyük bir üzüntü ve çaresizlik içindeydi. Çoktan evine gidip yatabileceği halde üç saattir acı haberi kendisi vermek için orada bekleyen bu iyi kalpli ve kuvvetli insan bir anda yıkılmıştı. Son zerresine gelmiş olan enerjisi, yüzüne haykırılan bu cümleyle bir anda tükenivermişti. Ayağa kalktığında, odadakilerin, başları önlerinde, elleri çaresizlikle kenetlenmiş, acı bir saygıyla kendisini beklediklerini gördü. Sessizce çıktı. Acı telefon sesiyle terk ettiği ve gecenin kalan kısmında içinde hiç uyuyamayacağını bildiği yatağına dönüyordu…
Aradan bir yıl geçmişti. Cüneyt beyin yoğun çalışmaları aynen devam ediyor, yorgun günler, uykusuz geceler birbirini kovalıyordu. Ama: O mutluydu. İyi olan her hastanın ve yakınlarının yüzlerindeki mutlu ifadeyi görmek, bütün yorgunluğunu gideriyordu. Mehmet’i ve Fatma Bacı’yı ise hiç unutamıyordu. Kendisine söylediği, hayatında işittiği en acı söze rağmen Fatma Bacı’ya hiç kızmıyordu. O kadının acılarının biraz olsun azalacağına inanabilmek için daha çok şeye katlanmaya razıydı. Fatma Bacı büyük bir kadındı ve her türlü saygıya layıktı. Onu üzmemiş ve doktoruna duyduğu güven hissini kaybettirmemiş olmayı ne kadar isterdi…
Aradan 1-2 yıl daha geçti. Zaman akıp gidiyordu. Bir gün kapıyı vuran sekreter:
”Doktor bey; Fatma Bacı ile kardeşi geldiler” dedi ve zayıflayan bir sesle, ”hani oğlu Mehmet vardı ya” diye çekinerek hatırlatmaya çalıştı.
Dr. Cüneyt bir an donduğunu hissetti. Acaba neden gelmişti? Şimdi ne olacaktı? Bu çelik gibi kadının hiçbir zaman acısının azalmayacağını biliyordu. Aslan gibi Mehmet’ini, onun yaptığı bir ameliyat sonucu yitirmişti. Belki de, onu gittikçe artan bir hisle suçluyordu. Bir an Fatma Bacı’nın onu asla affetmeyeceğini düşündü…
Acaba görüşmese daha mı iyi olurdu? Hayır! Fatma Bacı ile görüşmeye hazırdı. Ne işitecekse işitsin, vicdanı rahattı. Bu kısa tereddütten sonra verdiği olumlu işaret üzerine, sekreter yana çekilerek açtığı kapıdan iki kadını içeriye aldı. Fatma Bacı, önden ürkek ve yavaş adımlarla ilerliyordu. Hafifçe geriye bakarak, kızkardeşinin arkasından geldiğine emin olmak istedi. Suçlu imiş gibi bir hali vardı. Ama konuşmaya başlayınca başı dikleşti ve kararlı insanların kendinden emin haliyle:
”Doktor bey; sen hiç görmedin, benim rahmetli Mehmet’imin bir yaş küçüğü bir oğlum daha vardır. Askere gitmek için geçende muayene oldu. Onda da aynı hastalık çıktı. Ameliyat olması gerekiyormuş. Eğer kabul edersen onu da sana ameliyat ettirmek istiyorum” derken, bir taraftan da eliyle yanaklarından akan yaşları silmeye çalışıyordu.