“Bu branşı seçtiğim ve yaklaşık 50 yıllık meslek hayatım boyunca, dünyada ve ülkemizde daha önce hiç yapılmamış birçok ameliyatı gerçekleştirebilme şansım olduğu için çok mutluyum.
Bugüne kadar yaptığım 12000’den fazla ameliyatta, bütün hastalarıma karşı aynı sorumluluğu, titizliği, yakınlığı ve ilgiyi gösterebilmek için elimden gelen tüm gayreti gösterdiğimden eminim.
Ancak: Çocuklarda, bebeklerde ve özellikle 1 günlük bebeklerde yaptığım ameliyatların başarılı şekilde sonuçlanmasının benim için çok ama çok ayrı bir yeri olmuştur…
Erişkinlere yaptığınız bir ameliyatla, onlara 15-25 yıl kazandırabilirsiniz. Ama daha 1. Gün’ünü doldurmamış, henüz 3-5 kiloluk bir bebeğin, küçücük ceviz büyüklüğündeki kalbini açıp, o incecik narin damarlarına attığınız, yarım milimetre bile hata affetmeyecek dikişlerden sonra tamamlanan ameliyatlar ile onların yaşamına ekleyebildiğiniz 70-80 yılın verdiği mutluluğu düşünebiliyor musunuz?
Kalpleri hep kalbimde yaşıyor…”
İlk 24 Yılım…
23 Nisan 1931, İstanbul doğumluyum. O dönemde, babam Şevket Süreyya Aytaç İstanbul Maarif Müdürlüğü, annem Cemile Aytaç da İstanbul Kız Lisesi Müdür Muavinliği ve Türkçe öğretmenliği yapıyormuş. İlkokula kadar, onların görevleri dolayısıyla Elazığ, Kastamonu, Denizli, Konya, Adana gibi değişik şehirlerde bulunduk. Kız kardeşim Bilge de Denizli’de doğmuştu.
←(1940 yılında, anne ve babamın arkadaşı olan değerli ressam Nusret Karaca’nın yaptığı suluboya portrem.)
İlkokula başlama yaşım geldiğinde annem ve babamın Ankara’ya tayinleri çıkmıştı. İlkokulu 1942’de TED Ankara Koleji’nde, ortaokulu 1945’te Ankara 3. Orta’da, liseyi de 1948’de Ankara Atatürk Lisesi’nde bitirdim. Liseyi ben her sene İngilizce sınıfının birincisi olarak bitirirken, ortaokuldan beri yakın arkadaşım olan Nihat Özsan da Almanca sınıfının birincisi olarak mezun oldu.
Annem, benim de Nihat gibi İstanbul Üniversitesi Yüksek Mühendislik Bölümü’ne girmemi istiyordu. Oysa benim aklımda Tıp Fakültesi vardı. Annem beni karşısına alıp, “Aydıncığım, sen çok yumuşak kalpli bir insansın, hastaların hepsinin derdiyle dertlenip üzüleceksin. Gel bu sevdadan vazgeç, yüksek mühendis ol” dedi. Anneme olan büyük sevgim nedeniyle onu kıramadım.
Mühendislik bölümüne 20.000 müracaat olmuş, dört bölüme toplam 360 kişi alınmıştı. Okuduğum lisedeki 42 kişilik sınıfım fevkalade başarılı bir gruptu. O gruptan 12 kişi bu 360 kişinin arasına girerken, Nihat’la ben de en üstün başarı düzeyindeki 60 kişinin arasında yer alarak yüksek mühendisliğe de girdik. Okulun hem eğitim kalitesi çok yüksek, hem de mezuniyet sonrası kazanç imkânları gayet iyiydi.
İstanbul’da Nihat’ın anneannesinin yanında bir yer tuttuk. Anneanne üst katta küçük bir odada, biz de Nihat’la alt katta, tuvaleti ve mutfağı olan bir odada kalıyorduk. Sabahları yürüyerek okula gidiyor, akşamları yine yürüyerek eve geliyorduk. Koşullarımız gayet iyiydi ama benim aklımda hala tıp fakültesi vardı. O günlerde gazeteler, İngiltere Kralı’nın ameliyat olacağı haberini yazmıştı. Bir gece rüyamda kralı akciğer kanseri nedeniyle saatler boyunca ameliyat ettiğimi gördüm. Uyandığımda rüyamı bütünüyle hatırlıyor, kalbimdeki tıp fakültesine gitme arzusunun kesinleştiğini hissediyordum. Bu duygularımı arkadaşlarımla da paylaşıyor, “Bu sömestr bitince eve gittiğimde annem ve babamla konuşacağım, Annemin de onayını alarak Mühendisliği bırakacağım. Gelecek sene tıp fakültesine geçeceğim.”
İlk üç aylık sömestr sonunda Ankara’daki evimize gittim ve annemle babama İstanbul Tıp Fakültesi’ne geçmeyi çok arzu ettiğimi söyledim.
Annem; “Aydın’cığım, bu sene sonuna kadar yüksek mühendisliğe devam et, sene sonunda gereken kararı düşünürsün” dedi. O tabi bir sene okursam belki artık orayı benimsemeye başlarım, dolayısıyla devam ederim diye düşünüyordu.
Annemi kırmadan ikna edebilmek için dizlerinin dibine oturdum ve “Anneciğim, istediğin takdirde iyi bir mühendis olabilirim fakat doktor olmama müsaade edersen, mühendislikten çok daha büyük bir başarıya ulaşacağımdan eminim” dedim.
Babam da “Aydın’a çocukluğundan beri hep büyük biri olarak muamele ettik, çünkü her zaman çok mantıklı kararlar verdi. Mademki tıp fakültesini istiyor, şimdiki okulunu derhal bıraksın, onu daha fazla zorlamayalım. Tıp fakültesine gidinceye kadar İngilizcesini ilerletmek için Avrupa’ya gönderelim, yardımlar temin edelim” dedi. Fakat iki gün sonra babam eve akşamüstü erken geldi. “Aydın’cığım biraz evvel İstanbul Tıp Fakültesi kış ortasında ilave 60 talebe alacaklarını açıkladı” dedi. Halbuki sene başında 600 kişi almışlardı. “Hemen iki gün içinde okula müracaat istiyorlar. Sen istersen bu akşam 8 treniyle İstanbul’a gidebilirsin” dedi.
Çok sevindim. Babama çok teşekkür ettim ve annemi de üzmemek için ona birçok kereler sarıldım.
(Annem Cemile Aytaç (1909-2007))→
←(Babam Şevket Süreyya Aytaç (1889-1972))
Gara gittiğimde bilet almak istedim, fakat trende hiç boş yer yoktu. Ben müracaat ettiğim adama şartlarımı söyledim. “Bu geceki trenle İstanbul’a gidemezsem tıp fakültesine girme şansımı kaybedebilirim” dedim. O zaman bilet verecek adam “Evladım, ben sana hemen bir bilet vereceğim, ama oturacak hiç yer yok. Sen genç sağlam bir adamsın, koridorda ayakta gidersin” dedi. Teşekkür ettim ve bileti aldım. Bütün geceyi, 12 saat, koridorda ayakta geçirdim. Yalnız sabah 6’dan sonra vagondakiler tuvalete gittikleri zaman 8-10 dakika onların yerinde oturarak dinlendim.
Ertesi sabah hemen İstanbul’daki Yüksek Mühendislik Bölümü’ne giderek oradaki yetkililere “Ben İstanbul Tıp Fakültesi’ne geçmeye karar verdim, Tıp Fakültesi’ne kaydımı yaptırabilmem için belgelerimi sizden rica ediyorum” dedim. Bana; “Sizden çok memnunuz, bu okula en zor ve en güç şartlara rağmen kolaylıkla girmiştiniz. Bu bölüme devam etmeniz sizin ve bizim için çok isabetli olur.” dedikleri halde ben “Mutlaka tıp fakültesine gidip doktor olup memleketime çok yararlı, yardımcı olmak arzusundayım” diyerek belgelerimi aldım. Şubat’ta girmeme rağmen, benden üç-dört ay evvel başlayanlarla birlikte 5 sene 4 ayda, 1955 senesinde Tıp Fakültesi’ni bitirdim. Tabi babamın fedakarlığı… Ankara’da da tıbbiye vardı. Orada okusam evimden gidip geleceğim. İstanbul’da ev tuttu, masraflarımı karşıladı. Babam dünyanın fedakarlığını yaptı, 5,5 sene beni okuttu.
Fakültede son sınıf talebesiyken hocalarım içerisinde fevkalade bir Alman asıllı İsrailli vardı. Atatürk’ün memleketimize kazandırdığı kişilerden… Dr. Frank dahiliye ve kardiyoloji hocasıydı. Haftada 3 kere ders verir ve derse yalnız talebeler değil, doktor olmuş kişiler de gelir, dinlerlerdi. Her seferinde bir vaka takdim eder, detaylarıyla anlatırdı.
←(İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi yıllarım. Fotoğrafta sağdan ikinci sıradayım; anatomi dersindeyiz.)
O gün 11 yaşında bir kız çocuğunu getirmişti. Kıza teşhisini koydu ve salondan çıkardıktan sonra “Teşhisim PDA. (Patent Ductus Arterious) Ne yazık ki, Türkiye’de bu ameliyat yapılmayacağı için çocuğu tedavi etmemiz mümkün değil. Ama 3 ay sonra Belçika’dan kalp cerrahı bir profesör misafir olarak gelecek. Kendisinden rica edeceğim, kabul ederse yaptıracağız” dedi.
O gün dersten çıktım ve kendi kendime dedim ki; “Amerika’da bütün kalp ameliyatlarını öğrenip derhal ülkeme geleceğim” Çünkü Amerika’da 1938 senesinde yapılmış bir ameliyat. 1954’de ben son sınıf talebesiyim hala Türkiye’de yapılamıyor. Oysa kendisini yetiştiren bir insan, bir asistanla bu basit ameliyatı yapabilirdi…
İstanbul Tıp Fakültesi’nde çok başarılı ve çok mutlu bir talebelik geçirdim. Son sınıf talebesiyken ABD’ye ihtisas yapmak üzere gidebilmek için müracaatımı yaptım. ECFMG denilen bir sistemdi. Müracaat edilen 10 hastane arasında, hastanelerin adaylar için verdiği oylarla adayların hastane tercih sırasını eşleştiriyorlar, karşılaşıyorsa kazanmış oluyorsunuz. Kazanmama ihtimali de vardı tabi. Ama 3 ay sonra beklediğim cevap geldi. Wichita Kansas’daki St. Francis Hospital da beni tercihleri arasına almış. Ben de istiyordum ve oraya gitmeye karar verdim. Amerika’da resmi kalp cerrahi ihtisası yapabilmek için önce mutlaka genel cerrahi ihtisasını yapmak gerekliydi.
←(Bu fotoğrafta ortada oturuyorum; dönem arkadaşlarımla veda balosu tertip komitesi toplantısındayız.)
O dönemde mezun olunca hemen, ertesi yıl askere gitmek gerekiyordu ve askerliği yapmadan yurtdışına çıkartmıyorlardı. O sene Amerika’ya gitmiyordum. Hemen olsa gidecektim ama 5-6 aylık bir vakit vardı önümde. Mezun olsam; ertesi yıl askere alacaklardı. Onun için çok basit bir dersi yılbaşından sonraya bıraktım. Ocak ayının 6’sında geldim, sınava girdim. Çok rahatlıkla sınavı geçtim ve mezun oldum. Askerliğimi de Amerika’dan döndükten sonra Ankara’da askeri hastanede yaptım. Benimki 2,5 sene kadar sürdü hatta.
Amerika’ya giderken Şükran’la 3 aylık evliydik. Amerika’da genel cerrahi ihtisasıma¨ başlamadan bir ay önce yola çıktık. Hem tatil yapmak hem de İngilizcemi ilerletmek için gemiyle gezerek gittik.
(Eşim Şükran Aytaç)
Sevgili annem; zamanında mühendis olmamı çok istemişti ama tıbbiyedeki başarılı eğitimimden sonra onu mutlu edebilmiştim. Genel Cerrahi ve Kalp Cerrahisi ihtisasımı yapmak üzere yola çıkmadan önce, not defterime gizlice şu satırları yazmıştı:
“Oğluma,
Gönlümün ışığı, gözlerimin feri ve bütün ömrümün temeli sen ve kız kardeşin olduğunu bilirsin. Büyük zekan ve 24 senelik yaşayışın başımı göklere değdirecek gururu bana vermiş bulunuyor.
Sana baktıkça yerine getiremediğimiz ne emeller için üzüldüğüm günleri hatırlıyorum!… Demek onlar senin elinle çiçeklenmek için babanla benim gönlümden, senin taze varlığına sığınmışlar… Benim nadide fidanımın onlara er geç renk ve koku vereceğine bütün kalbimle inanıyorum. Hayatımızın muhasebesini sen bilirsin. Bahtiyarız ki; orada en güzel örnekler vardır.
Yanlış bir hareketin, her şeyden ve herkesten evvel bizleri bedbaht edeceğini de bilirsin.
Sana; şöyle ol, böyle ol diyemiyorum. Evimizin güzel havası benim bütün isteklerimi altın ışıklarla ruhunu, dimağını örmüş bulunuyor. Senden beklediğim, büyük idealler ve müstesna başarılardır.
Canım Oğlum,
Senden istediğim: Herkese, en basite, en zavallıya kadar parçalanan bir kalp, en kudretliye karşı hakkı, adaleti savunacak cesaret ve bütün menfaatleri bu uğurda küçümseyecek bir ahlaktır.
Bir filozof; “Varolmak kendini dağıtmaktır” diyor…
Her yerde, herkes için de benim tek oğlum çoğalmış, büyümüş ve eserleriyle kainatı doldurmuş olsun…
Bir başka filozof da; saadeti “başkalarına verilen, başkalarından alınan” diye tarif eder.
Sen, daima başkalarını mesut ederek saadeti elde etmeye çalış.
Sana güveniyorum. İnanıyorum. Tanrıya yakarıyorum ki; bu inancımı, bu güvenimi elimden almasın. Yoksa dayanaksız binalar gibi çöküşüm pek hazin ve feci olur.”
Annen (1955) Ben, annemin bu güzel satırlarını yolculuğum sırasında görebilmiştim.
O mektup; ihtisas yıllarımdan başlayarak tüm meslek hayatım boyunca çerçevelenmiş olarak masamın üstünde durmuştur. Her sabah işe başlarken, ameliyatlara girerken bir kez daha okumuşumdur.
ABD Yıllarım
Annemin güzel satırlarından sonra çok mutlu ve azimli bir şekilde 1955 yılında, Wichita-Kansas’taki St. Francis Hastanesi’nde genel cerrahi ihtisasıma başladım.
Genel Cerrahi ihtisasımı yaptığım Wichita-Kansas’taki St. Francis Hastanesi
Amerika’da genel cerrahi ihtisasımı yaparken başta, Prof. Dr. Clarence Walton Lillehei olmak üzere kalp ve damar cerrahisi ile ilgili birçok ünlü cerrahla çalıştım.
Dr. Lillehei 1954’te ilk sekiz kalp ameliyatını oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş, vakalardan altısı kurtulmuştu. Bu ameliyatlarda suni akciğer-kalp makinesi yerine, çizimde görüldüğü gibi Cross Circulation sistemiyle hastanın annesi veya babası kullanılıyordu. Lillehei 1955’te bu sekiz vakayı yayınladı. Bu da seri halinde modern açık kalp cerrahisinin başlangıcı kabul edildi.
Clarence Walton Lillehei (1918-1999)→
(1953 yılına hastanın anne veya babası cross circulation adlı sistemle, suni akciğer-kalp makinesi yerine kullanılıyordu.)
Dünyada ilk suni akciğer-kalp makineli açık kalp ameliyatını 1953’te Dr. John Heysham Gibbon yapmıştı. İlk hasta kurtulmuş ama ne yazık ki bunu izleyen dört basit ameliyatın hepsi ölümle sonuçlanmıştı. Bunun üzerine cerrah ameliyatları bırakmış, 1955’te ise Mayo Clinic’ten Dr. John Kirklin ona telefon ederek kalp makinesini rica etmişti. Gibbon’ın gönderdiği makinede bazı değişiklikler yapan Kirklin, ilk ameliyatını 1955’te başarıyla gerçekleştirdi. Daha sonra da Mayo Clinic’te suni akciğer-kalp makinesiyle kalp ameliyatları yapmaya devam etti.
(John Heysham Gibbon (1903-1973))→
←(Suni akciğer-kalp makinesinin 1955 yılındaki hali)
1955’ten itibaren Lillehei de, anne baba yerine yandaki çizimde görülen suni akciğer-kalp makinesiyle ameliyatlara başladı. Biz ilk kez 1956 yılında, köpeklerde suni akciğer-kalp makinesi ile yapılan bu ameliyatları Minneapolis’te seyrettik ve makineyi kullanmaya başladık.
Benden 14-15 yaş büyük olan Dr. John G. Shellito uzun süre Mayo Clinic’te çalışmıştı. Minneapolis’te de Lillehei kalp ameliyatlarına başlamıştı. Shellito ise, köpek laboratuvarının kurulması için 1956’da Midwest Medical Research Foundation tarafından, oranın başkanı seçilmiş bulunuyordu. Üç cerrah bu işe girmiş ve bir anestezist yardımcı bulmuşlardı. Ayrıca bir de bütün işi yüklenecek genel cerrahi asistanına ihtiyaçları vardı. Orada altı asistandık ve benim dışımda hepsi Amerikalıydı.
John Shellito bir akşam evime telefon ederek, “Aydın, Amerika’da iki yerde ameliyatlar başladı” dedi. “Biliyorsun ben de Mayo Clinic’te John Kirklin’le çalıştım. Orada hem genel cerrahi hem de makinesiz akciğer ameliyatları, seyrek olarak da kalp ameliyatları yaptık. Şimdi Midwest Medical Research Foundation’ın desteğiyle bir köpek laboratuvarı kuracağız.” Shellito sözlerine devamla, tecrübe kazanmak üzere köpeklerle suni akciğer-kalp makinesini kullanarak ameliyatlar yapmaya başlayacaklarını, ekipteki üç kalp damar cerrahının yanı sıra bir de genel cerrahi asistanına ihtiyaç duyduklarını söyledi. Sonra, “İhtisas yapan altı kişi var, bunların arasında kalp cerrahisiyle ilgisi en fazla olan sensin” dedi. “İlk teklifi sana yapıyorum. Cumartesi veya pazar günleri 07.30-19.30 saatleri arasında, suni akciğer-kalp makineli ameliyatları köpeklerde yapmaya başlayacağız. Teklifi kabul edersen hiçbir ücret almadan çalışacaksın.”
(John Gardiner Shellito (1918-2009))→
Ben bu teklifi derhal kabul ettim. Her altı ayın bir haftası Minneapolis’te, bir haftası da Mayo Clinic’te geçirilecekti. Bu da Amerika’da ilk olarak bu merkezlerde uygulanmış yöntemleri yerinde takip edebilmek anlamına geliyordu. Minneapolis’te Lillehei’nin bulunduğu yerde amaca uygun bir köpek laboratuvarı vardı. İlk olarak oraya gidip bir hafta kaldık ve her gün köpek ameliyatlarında bulunduk.
←(Dr. Lillehei’nin Minneapolis’teki laboratuvarındaki köpek ameliyatlarından)
Lillehei’yi ismen biliyordum ama kendisini ilk defa bu köpek laboratuvarında gördüm. Boynunda 15-20 santimetre uzunluğunda bir ameliyat izi vardı. Dr. Shellito beni kendisiyle tanıştırdı ve daha sonra Lillehei’nin boynundaki habis bir lenfoma nedeniyle çok büyük bir ameliyat geçirmiş olduğunu söyledi. Lillehei ameliyattan önce cerraha aynen şöyle söylemiş: “Öyle bir ameliyat yap ki, sonunda ya tümörden hiçbir şey kalmasın yahut da ben kalmayayım. Yani hiç çekinme, tümörü bütünüyle çıkartmak için hayatımı sonuna kadar riske edebilirsin. Ama ameliyattan sonra çok tehlikeli bir durum ortaya çıkması halinde, sakın bana sizi riske etmemek için hepsini alamadım deme.” Ameliyatı izleyen uzun yıllar, genç cerrahın bu talimatın verdiği rahatlık ve cesaretle, hiç çekinmeden en radikal ameliyatı gerçekleştirmiş olduğunu gösterdi. Cerrah, bu mükemmel ameliyat ve sonuçla yalnız Lillehei’nin hayatını değil, aynı zamanda onun insanlığa kazandırdığı açık kalp ameliyatlarını da kurtarmış oluyordu.
Minneapolis’te, sabahları ameliyat varsa Lillehei’yi izliyordum. Orada insanda bir kalp ameliyatı gördük, bir tane de Mayo Clinic’te gördük. Daha sonra dönüp laboratuvarımızı kurarak cumartesi veya pazar günleri altı kişilik ekibimizle çalışmalarımıza başladık. Bir buçuk sene sonra, 1957’de, bir gece John Shellito evime telefon ederek şöyle dedi: “Aydın, Amerika’nın en ünlü kalp cerrahlarından Dr. Dwight Harken yarın akşam sekizde bir konferans vermek üzere geliyor. Bizim önemli köpek ameliyatları yaptığımızı duymuş ve konferanstan önce, öğleden sonra ikide suni akciğer-kalp makineli bir köpek ameliyatı seyretmek istediğini söyledi.” Shellito sözlerine devamla, “Aydın, tecrübe sende” dedi. “Bu ameliyatı senin yapman gerekiyor. Yarın bunu yapabilir misin? Bizler gelemeyeceğiz.”
(St. Francis Hastanesinde kurulan köpek laboratuvarındayız.
Soldan sağa: Perfüzyonist Gulliermo, Dr. E. P. Carreau, Dr. B. N. Buck, Dr. John Shellito, ben ve anestezist R. H. Robinson)
Ben de, “Tabii ki yaparım” diye cevap verdim. “Bana yardımcı olması için herhangi bir asistan bulurum, kalp cerrahı olması da şart değil.” Dr. Dwight Harken saat ikide geldi. Ben suni akciğer-kalp makineli ameliyatı yaptım. Kalbi durdurup içini açtım ve gerekli işlemleri yaptıktan sonra da kapayıp tekrar çalıştırdım. Oradan çok memnun bir şekilde ayrılan Dwight Harken, akşam şehrin bütün kalp doktorlarına vereceği konferansa başlarken de, “Bugün ülkemizin bu yöresinde, çok başarılı bir suni akciğer-kalp makineli köpek ameliyatında bulundum. Bundan duyduğum memnuniyeti ve tebriklerimi ifade etmek istiyorum” dedi. Yapmış olduğum ameliyatın Harken tarafından methedilmesi nedeniyle, Dr. John Shellito da bana fevkalade anlamlı bir tebrik ve teşekkür mektubu gönderdi.
(Dwight Harken’in yaptığım ameliyatı methetmesi üzerine John Shellito’nun bana gönderdiği tebrik ve teşekkür mektubu.)
Üç yıl sonra, 1960’da Dwight Harken, Amerika’daki ilk aort kapak ameliyatını suni akciğer-kalp makinesi kullanarak yaptı. John Shellito ve ben, Wichita’dan bir-iki saat mesafede bulunan ve Kansas’ın başşehri olarak bilinen Topeka’da, köpek ameliyatlarında kullandığımız suni akciğer-kalp sistemimizi sunarak ödüle layık görüldük.
(1957’de John Shellito ve ben Topeka’dayken)→
1959 yılında, köpek ameliyatlarını sürdürdüğümüz dönemde, John Shellito bir akşam dokuzda beni evimden aradı. “Aydın, köpekler üzerindeki ameliyatlarda çok başarılı olduk. Artık insan ameliyatlarına başlayacağız” dedi. “Yarın seninle bir çocuk hastayı görüştüreceğim. İki gün sonra ona suni akciğer-kalp makineli bir ameliyat yapacağız. Bu ameliyatı sen yap.” Ben de ona kalp cerrahisi resmi ihtisasımı henüz tamamlamadığımı ve kanunen bu ameliyatı yapmaya yetkili olmadığımı söyledim. “Çocuğun başına bir şey gelirse ben mahvolurum, eğitimimi bırakmak zorunda kalırım” dedim. O zaman John Shellito bana şunu sordu:
“Biz kaç köpek ameliyatı yaptık?”
“156 tane.”
“Kaçını sen yaptın?”
“98”
“Sen bir kişi 98 ameliyat yaptın, biz üç cerrah geri kalanları. Bölersen kişi başına 15-20 ameliyat düşüyor ki, onların hepsinde de yine sen bize yardımcı oldun. Sen hiç merak etme, herhangi bir şey olursa tüm sorumluluk bana ait. Ben birinci asistan sıfatıyla yardımcı olacağım, ikinci asistan da Dr. Buck olacak.” Ben de o zaman, “Peki kabul ediyorum” dedim.
İki gün sonra, 23 Nisan 1959’da, 9 yaşında bir erkek çocukta suni akciğer-kalp makinesini kullanarak ilk ameliyata başladım. Kanülasyon safhası ve pompaya geçiş son derece muntazam ve kolay oldu. Nihayet, çalışan kalpte sağ atriumu açtım. Koroner sinüsten gelen kan aspire ediliyor, ben de karşımdaki acayip manzaraya bakıyordum. Donakalmıştım! Bir sekundum ASD beklerken karşımda bir “septum primum tipi defekt” vardı. Bir septum primum tipi defektle ilk karşılaşıldığında bunun insana ne kadar ürkütücü geldiğini bütün kalp cerrahları bilir. Sene 1959. Henüz 28 yaşındayım. Cerrah olarak, yaşayan bir insanda ilk defa kalbin içini görüyorum. Neticede, ameliyat başarıyla sonuçlandı. Bütün gece sabaha kadar çocuğun başında durup kontrollerini yaptım. Sabah John Shellito geldi, o da muayene edip baktı. “Tanrı bize bu işi yapma şansı verdi, çok da doğru bir şekilde sonuçlandı” dedi. “Devam etmemiz şart. Bundan sonra bir ameliyat daha var onu da gene sen yapacaksın.” Bu ameliyat da 26 Mayıs 1959’da gerçekleşti ve hasta sağlığına kavuşmuş olarak taburcu edildi.
Zannederim bir Türk doktoru tarafından dünyada açık kalp ameliyatı yapılan ilk vakadır. Bu nedenle Başkan Robert P. Norris, resmi bir credit letter göndererek beni onurlandırdı.
(1959’da yaptığım başarılı açık kalp ameliyatı sonrası Başkan Robert P. Norris’in bana gönderdiği resmi ‘credit letter’)
ABD’de genel cerrahi ihtisasımı yaparken babam maalesef bir felç geçirince, ben hemen dönmeye karar verdim. Fevkalade bir insan olan babam, o zaman bana bir mektup yazdı. Şöyle diyordu: “Varmak istediğin hedefe varmadan dönmen, benim için bu hastalığın yarattığı üzüntüye ilave en büyük üzüntü olacaktır. Benim yüzümden bu imkânı kaybetmene katiyen razı olamam. Sana söz veriyorum, ihtisasını bitirip devam edersen ben de sen gelinceye kadar, seni en iyi sağlıkla karşılamak için elimden gelen her türlü dikkati sarf edeceğim. Lütfen bana bu acıyı yaşatma, hedefine var, ondan sonra gel…” Oysa bu durumda pek çok insan, “Ben seni doktor olarak yetiştirdim, gel” derdi. Tedavisini yapan doktora sordum, tehlike var deseydi dönecektim. Doktor, “Tehlike yok, fevkalade dikkatli bir insan, atlattı” dedi. Ben de eğitimime devam edebildim ve döndüğümde on iki sene beraber olabildik.
John Shellito’nun 1959’da yazdığı, The American Surgeon’da yayınlanan “The Use of Citrated Blood in Extracorporeal Circulation” (Ekstrakorporeal Dolaşımda Sitratlı Kan Kullanımı) adlı makalede, köpek laboratuvarında bulunan genel cerrahlar ve anestezistle birlikte asistan olarak benim ismim de geçiyordu, böylece burada yer alan “İlk Türk Doktor” olmanın gururunu yaşadım.
←(American Surgeon’da yayınlanan makalede benim adım da geçiyordu)
(St. Francis Hastanesi’nde birinci senemi tamamladıktan sonra aldığım ‘internship’ belgem)
(St. Francis Hastanesi’nde genel cerrahi ihtisasımı tamamladıktan sonraki belgem)
Genel cerrahi ihtisasımın son yılında, başasistan olarak 1 Temmuz 1959’da sunumumu bitirdikten sonra, ABD’nin en iyi yerinde kalp cerrahisi resmi ihtisasımı yapma arzusuyla birkaç üniversiteye başvurdum. Bunların içerisinde en iyisi Atlanta’daki Emory Üniversitesi’ydi. Beni iki gün sürecek bir eleme için oraya davet ettiler. Birçok müracaat vardı ve adayların arasından sadece altı kişi çağrılıyordu. Davet edilenler arasından da iki kişi asistan olarak seçilecekti. Mülakatlar için iki gün orada kalınacaktı. Benim bulunduğum yer uzaktı, uçakla gidecek maddi imkânım da yoktu. Üç otobüs değiştirerek 36 saatlik bir yolculuktan sonra akşamüstü saat dörtte üniversiteye ulaştım. Başasistan beni hemen kalacağım odaya aldı ve “Saat beşte Osler Abbott hoca vizite çıkacak, seni de bekleyecek” dedi. İki gün tam uyku uyumamış olmama rağmen hemen yıkanıp az çok kendime gelerek saat beşe beş kala oraya gittim.
Bir saate yakın bir süre Dr. Osler Abbott ile beraber dolaştık. Sonra, “Yarın sabah sekizde suni akciğer-kalp makineli bir ameliyatım var, seni ameliyathaneye bekliyorum” dedi. Ertesi gün kendisi ameliyatı yaparken ben de orada hazır bulunarak dikkatle izledim. Konuşmalar sırasında benim bu konuda bir hayli tecrübem olduğunu anladı. Daha sonra beni odasına aldı ve bir saatten fazla da orada konuştuk. Görüşmemiz her bakımdan çok olumluydu. “Aydın, İngilizcen çok iyi, nerede öğrendin?” diye sordu. Ben de ülkemde öğrenmiş olarak buraya geldikten sonra, 4 yıldır Wichita’da bu dili konuştuğumu söyledim. Bir ara bana duvarda duran bir portreyi göstererek, “Bu resimdeki adamı tanıyor musun?” diye sordu. “Evet, tanıyorum” dedim. Evart Ambrose Graham.” Dr. Abbott, hocasını tanımama, özellikle de orta ismini tam ve açık olarak söylememe çok memnun oldu, Zira orta isim hemen her yerde yalnızca “A.” olarak geçiyordu.
Tıp büyüklerinin hayatına her zaman yakın ilgi duymuşumdur. O dönemde de hemen hepsinin çalışma ve yaşamlarıyla ilgili kitapları okumuştum. Graham’ın hayatını anlatan kitapta da tam sayfa boyunda duvardaki resmin aynısı vardı ve altında ismi açık olarak yazılıydı.
(Evart Ambrose Graham (1883-1957))→
Abbott, “Biliyor musun” dedi, “Graham pnömonektomi yapan ilk cerrahtır.” Ben de, “Efendim, Graham 1933 yılında kanserli bir hastada pnömonektomi yapmıştır. Ama dünyada ilk pnömonektomiyi, Rudolf Nissen 1931 yılında bronşektazili bir kız çocuğunda başarıyla uygulamıştır” dedim. Şaşırarak bana bakıp sordu: “Nereden biliyorsun?” Ben de, “Efendim, Nissen 6 yıl İstanbul Üniversitesi’nde Cerrahi Klinik Direktörü olarak çalıştı. Ben öğrenciyken kendisi çoktan ayrılmıştı ama ismi her zaman canlılığını muhafaza ediyordu” diye cevap verdim.
(Rudolf Nissen (1896-1991))→
Ülkeme büyük hizmeti dokunan bu insanın hayatını okuduğumu, ayrıca tanınmış cerrah Thorek’in kitabında da aynen benim dediğim gibi yazdığını söylerken, bir yandan da bütün duvarı kaplayan kitapları gözlerimle tarıyordum. Birden o dört ciltlik eseri gördüm ve Abbott istediği takdirde bu bölümü kendisine gösterebileceğimi söyledim. O da “Hemen” deyince kitabı açtım ve biraz aramayı takiben Nissen’in 1931’de pnömonektomi yaptığını yazan bölümü bulup kendisine gösterdim. Abbott o zaman, “Buraya öğrenmek için gelmek istiyorsun ama daha gelmeden sen bize bir şey öğrettin” diyerek takdirini dile getirdi.
Daha sonra, “Burada iki gün kalmana gerek yok, çünkü kalp cerrahisinde hayli tecrübeye sahipsin, istediğin takdirde gidebilirsin” dedi. “Seni yüzde yüz asistan olarak alacağım ama hemen bir şey yapamıyorum, henüz görüşmediğimiz iki kişi var. Onlar gelmeden kesin karar bildirmek uygun olmaz, ben sana bir hafta sonra telgraf çekeceğim.”
Bu görüşmeden bir hafta sonra da yıldırım telgrafla, asistan olarak alındığımı bildirdi.
(Dr. Osler Abbott’ın Emory Üniversitesi’ne kabul edildiğimi bildiren telgrafı)
Bu noktada, yukarıda anlattığım anımda adı geçen Dr. Evart Graham’ın örnek bir davranışını da sizlere aktarmak istiyorum. Amerikan Tıp Kurumu Graham’a “ilk pnömonektomiyi yapan cerrah” olma şerefini bir credit letter ile vermişse de, Graham bunun Nissen’e ait olduğunu ileri sürerek kabul etmemiş ve mektubun ona gönderilmesini temin etmiştir. Graham’ın bu hareketi, hiç şüphe yok ki bu şerefi en az böyle bir ameliyatla kazanmak kadar şerefli bir davranıştır.
Bu davranış, insanlığa göğüs cerrahisini hediye eden iki büyük bilim adamının, bütün bilim adamlarına örnek olacak münasebetleri yönünden müstesna bir değer taşımaktadır.
Emory Üniversitesi’nin benim açımdan en büyük dezavantajı maddi tarafıydı, aylığım sadece 175 dolardı. Oysa St. Francis Hospital’daki genel cerrahi ihtisasımı aylık 300 dolarla başlayıp 410 dolarla tamamlamıştım. Başka üniversitelerden de daha iyi ücretler teklif edilmişti. Chicago Üniversitesi’nin asistanlık için teklifi ayda 750 dolardı. Ancak, iki günlüğüne gidip incelediğimde, orada sadece damar ameliyatları olduğunu gördüm. Suni akciğer-kalp makineli ameliyat yapılmadığı için tekliflerini kabul etmedim. Geliri ayda sadece 175 dolar olmasına rağmen, Osler Abbott’un başkanlığında Amerika’nın en iyisi olarak hizmet veren Emory Üniversitesi’ni seçtim.
Dört senedir çalıştığım hastanedeki hocam Dr. Buck, “Sen mutlaka Emory Üniversitesi’ne gitmelisin. Ama evlisin, iki çocuğun var, sana ne kadar daha para lazım?” diye sordu. Ben de ayda 100 dolar daha fazlasına ihtiyaç duyduğumu söyledim. Bunun üzerine bana hediye olarak her ay 100 dolar göndereceğini söyledi.
←(Kızım Işık Aytaç)
(Oğlum Demir Aytaç)→
Duygulanmıştım. “Hocam” dedim, “ben Türkiye’ye döndüğümde bunu ödemek isterim ama oradan bazen dışarıya dolar göndermek mümkün olmuyor.” Hocamın cevabı beni daha da duygulandırdı: “Sen bunu bana vermeyeceksin, seneler sonra benim durumuma geldiğinde, bizim seni bulduğumuz gibi, çok beğeneceğin, çok kabiliyetli birisini bulursan ve sana yaptığım yardımı ona yaparsan, bana borcunu ödemiş olursun” dedi. Ne kadar mükemmel bir yaklaşımdı bu! Kendisine yürekten teşekkür ettim ve bana iki ay boyunca bu parayı gönderdi. İki ay sonra ise Osler Abbott, “Amfizemin Cerrahi Tedavisi” konusunda araştırmalarını sürdürmesine olanak verecek büyük bir araştırma fonuna hak kazandı ve kendisine NIH (National Institute of Health) tarafından yaklaşık ikiyüzbin dolar tutarında bir araştırma fonu tahsis edildi. Bu araştırma bağlamındaki mesaimizden dolayı, o da biz asistanların aylığına 100’er dolar ilave etti. O zaman Dr. Buck’a telefon ederek bu bilgiyi verdim ve artık bana para göndermesine gerek kalmadığını söyledim. Hocam bana henüz iki ay süreyle yardım etmişti ama hiç şüphesiz sözünü tutacak ve desteğini ihtisasımın sonuna kadar sürdürecekti. Artık gerek kalmamış olsa da, başlangıçta Emory’e gitmem, onun verdiği bu söz ve yaptığı fedakârlıkla mümkün olmuştu. Bunu asla unutmadım. Yıllar sonra Dr. Buck’ı eşiyle birlikte ülkemde ağırlayabilmem benim için çok büyük bir heyecan ve mutluluk olmuştur.
(Kalp Cerrahisi ihtisasımı yaptığım, Atlanta’daki Emory Üniversitesi Hastanesi)
Emory Üniversitesi’nde Osler Abbott başkanlığında haftada bir gün köpek ameliyatları da yapılıyordu. Fotoğrafta da görüldüğü gibi ameliyatlara ben de katılıyordum.
Osler Abbott’un başkanlığını yaptığı bu yerde, haftada birkaç gün suni akciğer-kalp makineli ameliyatlar, makinesiz mümkün olan diğer kalp ameliyatları ve akciğer ameliyatları yapılıyordu. O bakımdan bana kazandırdığı tecrübe çok değerliydi ve bu imkânı bulmuş olmaktan fevkalade memnundum. Hem erişkin hem de çocuk ameliyatları yapıyorduk. Çocuk ameliyatları da bahçemizdeki ikinci bir pediatrik hastanemizde yapılıyordu.
←(Osler Abbott’ın, çok güzel bir notla bana verdiği fotoğrafı)
(Emory Üniversitesinde, Osler Abbott başkanlığında haftada bir gün yaptığımız köpek ameliyatlarındayız. Ben, en sağdayım.)→
Bir gece ben yoğun bakımda gece nöbetindeyken, acilen çocuk hastanesine çağırdılar. Fenalaşan çocuk için daha önceden teşhis konmuştu ve ertesi gün akciğer ameliyatına alınacaktı. Yanına gittiğimde çocuk neredeyse hayatını kaybetmek üzereydi. Hemen Osler Abbot’ı telefonla arayıp çocuğun acilen ameliyat edilmesi gerektiğini, sabaha kalamayacağını söyledim. “Derhal geliyorum” dedi. Yıldırım gibi geldi ve sabah saat beşte ameliyata başladı, ben de asiste ediyordum. Abbott işini bitirdikten sonra, kapamayı bana bırakarak ameliyathaneden çıktı. Ben tam kapamayı bitirirken, anestezist “Ciğerlere hava veremiyoruz” deyince Osler Abbott hemen geri çağrıldı. Ama o gelene kadar çocuk birkaç dakikada öleceği için, derhal trakeden bir açıklık yaptım ve anestezi hava verme aletini oraya bağladık. Çocuk hemen rahatladı. O sırada Osler Abbott büyük bir endişeyle tekrar geldi. Çocuğun durumunu görünce rahatlayıp bana teşekkür etmesi, benim için değerli bir ödül gibiydi.
İlk yıllarda kullanılan pompaların prime volume’u büyüktü. Çok fazla kana ihtiyaç duyuluyordu. Kalp çalışırken açıldığı için, hava embolisi korkunç bir tehlike olarak her zaman söz konusuydu. Ameliyathanede beklenmedik şeyler olabiliyor ve çaresizlik içinde kalıyorduk. Bir gün Abbott bir VSD (ventriküler septal defekt) için kalbi açmışken, pompanın lateks boruları patladı ve pompadaki kanın çoğu dışarı döküldü. Ekstrakorporeal Dolaşımı çevirecek kan kalmamıştı. Tüplerde hava görülüyor, Abbott bağrış çağrış içinde, serumla kalbi ve boruları doldurmaya çalışıyordu. Yerlere dökülmüş kanı kompreslerle toplayıp pompaya sıkmamızı söyledi. Donup kalmıştık ama elde kan kalmadığı için başka çare yoktu. Bir taraftan biz artık sterilize olmayan bu kanı pompaya aktarmaya çalışırken, bir taraftan da Abbott tamiri bitirip süratle kalbi kapadı. O sırada lateks boru değiştirilmiş ve pompa normal çalışmaya başlamıştı. Neyse ki korkulu bekleyişimiz boşa çıktı ve ciddi bir enfeksiyon gelişmeden hasta sağlığına kavuştu.
Emory Üniversitesi’nde ihtisasımı yaparken, son sene asistanların deneyim kazanmasını amaçlayan bir programla başka bir hastanede bir yıl çalışma imkânı vardı. Atlanta’da Emory Üniversitesi’ne bağlı, Grady Hospital adında yeni yapılmış, 20 katlı muazzam bir hastane vardı. Kardiyolojinin başında J. Willis. Hurst, cerrahinin başında Ira A. Ferguson gibi çok meşhur hocalar vardı. Bu hastanenin en kayda değer özelliği, bütün ameliyatların en kıdemli asistan veya başasistan tarafından yapılması ve hocaların gerek olmadıkça fiilen ameliyat yapmamasıydı. Başasistan olarak bu programa katılma isteğimi dile getirdiğimde Osler Abbott, katılmamı çok istediğini, fakat o güne kadar oraya Amerikan vatandaşı olmayan birini aldıklarını görmediğini söyledi. O sene Sağlık Bakanlığı’ndaki pozisyonunu kullanarak hükümet yetkilileriyle konuyu konuşmayı vaat etti. Bir süre sonra başvurumun olumlu sonuçlandığına ve 179 Amerikalının içinde bir Türk olarak sadece benim kabul edildiğime dair haberi aldım.
İhtisasımın son senesi olduğu için eşim ve çocuklarım Türkiye’ye döndü. Ben de Grady Hastanesi’nin yirminci katında bana ayrılan, bir yatak odası ve oturma odasından ibaret olan daireme taşındım. 24 saatimi hastanede geçiriyordum. Bana verilen çağrı cihazıyla hastanenin 30 mil (yaklaşık 50 km) uzağına kadar gidebiliyor, acil bir durum olması halinde hemen geri dönüyordum.
Hastanede çalışan asistanlar, siyah kadın, siyah erkek, beyaz kadın ve beyaz erkek olmak üzere dört gruptan oluşuyordu ve her bir grubun bir sorumlusu vardı. Başasistan olarak ben bu dört grup sorumlusunun üstü konumundaydım. Mesai her sabah 07:00’de vizitle başlıyordu. Her cumartesi sabahı 07:00’de de “ölüm konferansı” vardı. O hafta içinde ölümle sonuçlanan vakalar asistan tarafından tek tek takdim ediliyor, sorumlu başasistan müdafaasını yapıyor ve ikiye ayrılmış salonda hoca bölümündekiler sürekli soru sorarak hataları bulup ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bu “ölüm konferansları” son derece eğitici ve faydalı oluyordu. Çalıştığım hastane, siyahların çoğunlukta olduğu bir muhitteydi. O çevrenin sakinleri bir ya da iki haftada bir, haftalıklarını aldıklarında cuma akşamları eğlenmeye çıkar, biz de o günlerde çok yoğun çalışırdık. Yaralanma vakaları, vurulmalar çok fazla olurdu.
Yine öyle bir günde, hastaneye kurşun yarasıyla bir hasta getirdiler. Getirildiğinde tansiyonu sıfırdı. Hemen ameliyata aldık. Kurşun kalbinin bir yerinden girmiş öbür tarafından çıkmıştı. İki deliği de elimle kapatıp gerekli işlemleri yaptım. 20 ünite kan verildi. Bu vakanın ardından diğer asistanlara, bundan böyle hastanenin de prensibi olacak olan çalışma prensibimi açıkladım: “Buraya ölmeden gelmiş birisi, hiçbir şekilde ölüme terk edilmeyecek.”
Bir seferinde de acile yine bir yaralı getirildi. Karısı, adamı boynundan bıçakla yaralamış. Acil servis girişteydi. “Siz yaralıyı hemen üçüncü kata çıkartın, ben hemen geliyorum” dedim. Adamı üstündeki kıyafetle, olduğu gibi ameliyathaneye aldım. Durumu çok kritikti. Meğer karısı önceki kocasını da öldürmüş. Adama iyileştikten sonra ne yapacağını sorduğumda, eve gideceğini söyledi. Ben de, “Bir dahaki sefere sizi kurtaramayabiliriz, direktöre haber veriyorum, eve gitmeyeceksiniz” dedim.
Bir başka vaka da, 73 yaşında akciğer kanserli bir erkek hastaydı. Ona derhal ameliyat olması gerektiğini söyledim. “Siz nasıl uygun görürseniz” dedi. Kalkıp gideceği sırada “Oturun lütfen, bir şey sormak istiyorum” diyerek onu durdurdum. “İngilizce konuşuyorum ama anlamışsınızdır, ben Amerikalı değilim. Daha 30 yaşındayım, yani gencim de. Kritik bir ameliyat bu, hiç tereddüt etmeden benim yapmamı nasıl kabul ettiniz?” diye sordum. “Evet, İngilizceniz iyi de olsa, aksanınızdan anladım Amerikalı olmadığınızı. Ama hiç tereddüdüm yok, sizi bu hastanede bu pozisyona getirdilerse yeterince iyisinizdir” dedi. Çok memnun olmuştum ama ne yazık ki bu bilinç ve güvenin ülkemde olmadığını da biliyordum.
Grady Hastanesi’nde çalıştığım dönemde, Pediatrik Kardiyolog Katherine Edwards, ASD (atrial septal defekt)’li 9 yaşında bir çocuk hasta getirdi. “Kalp ameliyatı yapılacak ama makinesiz olarak” dedi. “Yani kalbi 4,5-5 dakikadan fazla durduramam, aksi takdirde hastayı kaybederim. Senin bu konuda bilgin ve tecrüben var, bu ameliyatı yapabilir misin?” Olumlu cevap verdim ama Osler Abbott’a söylemedim. Kendisi haftada bir gün hastaneye gelirdi ve ancak önemli durumlarda ona haber verirdik.
İhtisasımın altıncı yılındaydım ve beşinci yılında olan birini başasistan olarak aldım. Daha önce bu teknikle ameliyat edilen vaka görmemiştim. Amerika’da sadece bir iki yerde yapılıyor ve daha hızlı ve kolay olduğu için genellikle “izole pulmoner valvüler darlıklarda” uygulanıyordu. ASD ise daha zaman alıcı bir ameliyattı. Çok çabuk çalışmak ve çok iyi organize olmak lazımdı. Sağ kalbin üstünde açacağım yeri sıkıştırarak üst tarafını açıp dikişleri koydum. Kapatacağım zaman damarları tutarak içeriyi açtım, dikişleri tamamlayarak dördüncü dakikada kalbi kapattım. Göğsü kapatırken, kalp sağlam çalışıyordu. Hastayı getiren doktor hanım da ameliyatı seyredip teşekkür etti ve minnetinin ifadesi olarak daha sonra bana Amerikalı bir ressamın çok güzel bir tablosunu hediye etti. Ertesi gün Osler Abbott beni çağırdı. Hayli asık suratlı görünüyordu ama sert değildi. “Aydın, böyle bir ameliyat yapmışsın. Bu çok kritik bir şeydi. Bu teknikle henüz hiçbirimiz ameliyat yapmadık. Yaptığın doğru değil ama başarı her kusuru örter” dedi. Sanırım burada bir yılda üç-dört yıllık tecrübe kazandım.
Yıllar sonra Journal of Thoracic and Cardiovascular Surgery’de, Amerika’da Batı Yakası’nın en önemli cerrahlarından Dr. Samson’un hayat hikâyesini okurken, “Kaliforniya’da Tıbba Kazandırdıkları” başlığı altında, 1959 yılında “inflow oklüzyon + hipotermi ile ASD kapatılması” vakasının ne kadar önemsendiğini gördüm. Bu benim yaptığım ameliyatın aynısıydı ve işte o zaman yaptığımdan korktum. Adına muazzam bir ”Samson Thoracic Society” kurulmuş olan dev bir kalp cerrahı için hayatındaki ve bütün Batı Yakası’ndaki en önemli aşamalardan biri kabul edilen bir işi, ben 29 yaşında, biraz da gençliğimin verdiği aşırı güvenle, aşağı yukarı aynı zamanlarda veya 1 yıl farkla gerçekleştirmiştim. Ama ya bir şey ters gitseydi… Düşünmek bile insana dehşet veriyor.
(Emory Üniversitesi Kalp Cerrahisi ihtisas belgem)
(Emory Üniversitesi’ne bağlı Grady Hastanesi’nin verdiği belgem)
Resmi kalp cerrahisi ihtisasımı Emory Üniversitesi’nde bitirdikten sonra John Shellito’nun daveti üzerine bir haftalığına Wichita’ya gittim. Shellito orada bana, ”Aydın, burada başarılı ve ‘ilk’ ameliyatlar gerçekleştirmiş bir cerrah olarak, bu ameliyatların henüz hiç yapılmadığı Türkiye’ye dönüyorsun. Buradan ayrılırken Midwest Medical Research Foundation tarafından sana hediye edilecek bir suni akciğer-kalp makinesini orada kullanmak üzere ülkene göndereceğiz” dedi. Bu jest beni hem duygulandırmış, hem onurlandırmıştı.
(Türkiye’ye dönerken, Midwest Medical Research Foundation tarafından ülkemde kullanmam için hediye edilen suni akciğer-kalp makinesine ilişkin olarak gazetede çıkan haber)
Hacettepe Üniversitesi Yıllarım
Eğitimimi en iyi dereceyle bitirdikten sonra artık bir karar verme aşamasındaydım. Mesleki hayatıma nerede devam edecektim? Tüm geniş imkânları ve yüksek yaşam standartlarıyla Amerika’da mı, yoksa doğduğum ülke olan, hizmete ve bilgiye ihtiyaç duyan Türkiye’de mi? Yola çıkış amacıma ulaşmış, mesleki açıdan yeterli seviyeye gelmiştim. Hiç gecikmeden Türkiye’ye döndüm.
Ankara’ya döndükten sonra benden önce gelmiş olan eşim Şükran, Hacettepe’nin Kurucusu ve Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın kendisini arayıp, “Eşiniz geldiği zaman, hiçbir hastaneyle görüşmeden, çok rica ediyorum ilk önce bana bir gelsin” dediğini aktardı. Ben de, “Peki Şükran, Ankara Tıp Cebeci’de, Hacettepe yol üzeri, beş dakika uğrayıp sonra Ankara Tıp’a geçerim” dedim.
İhsan Doğramacı’nın ismini duymuştum ama kendisini şahsen tanımıyordum. Ertesi sabah 09:00’da ona uğradım, akşama kadar çıkamadım. Israrla, “Seni Hacettepe’ye istiyorum” diyordu. “Senin hakkında bilgi edindim, öğrendiğin bunca şeyi başka yerlerde rahat uygulayamazsın. Burada sana hiç kimse karışmayacak, bütün yetki senin olacak.” Ben de emin olamıyordum, acaba beni mi yoksa bana hediye edilen makineyi mi istiyordu? Doğrudan soramıyordum tabii. Öyle bir şey sorayım ki, sorma sebebimi anlamasın ama onun beni isteme sebebini anlayayım diye düşündüm. Dedim ki, “Hocam beni ikna ettiniz. Kabul ediyorum, yalnız benim de bir şartım var. Ankara Tıp Fakültesi’ne söz verdim, bana hediye edilen makineyi oraya vermeliyim.”
Şöyle düşünmüştüm: “Aydın, sen nereye gelirsen sana hediye edilmiş makine de oraya gelir” derse, “Kusura bakmayın, ben gidiyorum” diyecektim. Oysa ben şartımı söylediğimde, Doğramacı bir saniye bile duraksamadı. “Aleti hemen oraya gönder, ben sana daha iyisini derhal ABD’den getirteceğim” dedi.
(Prof. Dr. İhsan Doğramacı (1915-2010))→
Sayın Doğramacı çok zeki bir insandı. Hacettepe’yi kurmuş ve çok emek vermiştir. Onun Türk tıbbına yaptığı en büyük hizmet, yurtdışında çok iyi eğitim görmüş genç hekimlere, orada öğrendiklerini Türkiye’de uygulayabilecekleri bir ortam yaratması ve onlara bu fırsatı tanımış olmasıdır. Onun yarattığı bu ortam ve fırsat olmasaydı, birçok genç bilim adamı hayal kırıklığına uğrayıp morali bozulmuş olarak, çalışmalarına devam edebilmek için tekrar geldiği yere dönecekti.
3 Ocak 1962’de İhsan Doğramacı’nın teklifini kabul ettim ve Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde çalışmaya başladım. Nisan ayına kadar makinesiz olarak beş kalp ameliyatı yaptık; iki cins hastalıkta makinesiz de ameliyat yapılabiliyordu. Böylece seri halindeki açık kalp ameliyatlarını başlatmış olduk. İstanbul’da, 1962 yılının Haziran ayında gerçekleştirilen Milli Türk Tıp Kongresi’nde bu vakaları tebliğ olarak sundum.
1960’ta Hacettepe’de makinesiz bir ameliyat, Dr. Mehmet Tekdoğan tarafından denenmişti. İstanbul Üniversitesi’nde de Prof. Nihat Dorken 1961-62 yıllarında makinesiz dört ameliyat yapmıştı. Ben de 1962’nin ilk aylarında Ankara’da aynı şekilde beş ameliyat gerçekleştirdim ve hastaların tümü sağlıklı olarak taburcu edildi. Sonra bir sene içerisinde 18 tane yine ASD ve Pulmoner sentez ameliyatı yaptım, hastaların tümü hayatta kalarak normal koşullarda taburcu edildi.
←(Prof. Dr. Abbott’ın Türkiye’yi ziyareti sırasında gazetede çıkan haberdeki fotoğraf. Ben, Osler Abbott ve Nihat Dorken)
Ekstrakorporeal dolaşımla açık kalp ameliyatlarına dair Türkiye’deki ilk tebliğ de, 1963 yılı Nisan ayında Bursa’da düzenlenen Milli Türk Tüberküloz ve Toraks Kongresi’nde tarafımdan sunuldu.
Hacettepe yıllarımda, Türkiye’de o zamana kadar yapılmamış birçok ameliyat gerçekleştirdik. 1962’de bir yüzbaşının babasını, hayatını kaybetmek üzereyken getirdiler. 66 yaşındaki bu hastayı kurtarabilmenin tek çaresi kalbine acilen pil takılmasıydı. Türkiye’de henüz hiç yapılmamış olan bu ameliyatı yapmaya karar verdim. Bu ameliyatlara Amerika’da 1960’ta başlanmış, Avrupa’da da iki kez yapılmıştı. Hacettepe’deki üçüncüsü olacaktı.
Hemen yurtdışına, Chardack Company’e telefon ettim. “Çok acil olarak bir pacemaker’a ihtiyacımız var, şu anda ödeme yapamayacağız ama daha sonra yapılacaktır, merak etmeyin” dedim. Karşımdaki ilgili, söylediklerimi dikkatle dinledikten sonra, “Siparişiniz 36 saat sonra havaalanınızda olacaktır, Pan American’dan alabilirsiniz” dedi. Pacemaker gelince yetkililere, “Bu insan hayatı kurtaracak bir şey. Şimdi verin, sonra ne gerekiyorsa yapın” dedim. Dört saatlik bir mücadeleden sonra pacemaker’ı Türkiye’ye sokabildik.
(Türkiye’de ilk kalp pilini taktıktan sonra 6 Aralık 1962’de Hürriyet Gazetesi’nde çıkan bir haber)→
←(Aynı konuda 5 Aralık 1962’de Zafer Gazetesi’nde çıkan bir başka haber)
O zaman pacemaker’lar steril değildi. Sterilizasyonu tamamlandıktan sonra sol torakotomi ile pacemaker’ı yani pili taktım ve hastamız kurtuldu. Bu Türkiye’de bir ilkti. Çok ilgi çeken pacemaker, bütün gazetelerde ilk sayfada yer aldı.
←(Kalın bağırsağından yemek borusu yaptığım sevimli kız çocuğu hastam Nuriye Keleş)
Aynı sene, yani 1962’de bir gece hastanedeyken acile bir kız çocuğu getirmişler. Evde oynarken su diye çamaşır suyu içen çocuğun yemek borusu tamamen erimiş, durumu çok kritik. Acil Servis’tekiler ne yapacaklarına karar verememiş, çaresiz durumdalar. O gece hastanede olduğumu bildikleri için beni aradılar, hemen acile gidip çocuğu gördüm ve derhal ameliyathaneye aldırdım. Bu bir kalp ameliyatı değildi ama aynı zamanda genel cerrah da olduğum için hiç tereddüt etmedim. Çocukcağız ölmek üzereydi. Tamamen erimiş durumdaki yemek borusunun yerine, çocuğun kalın bağırsağından aldığım bir parçayla yeni bir yemek borusu yaptım. Bu ilginç ameliyattan kısa süre sonra, 6 yaşındaki Nuriye Keleş’i sağlıklı ve neşeli bir şekilde taburcu ettik.
Seneler sonra bir muayenehane açtığımda, cumartesi ve pazar günleri de ameliyat yapıyordum. Suni akciğer-kalp makinesiz sekiz ameliyat da o dönemde yaptık ve hastaların hepsi sağlıklı durumda taburcu oldu. Hatta bir pazar günü üç değişik tip kalp ameliyatı yaptık ve üçü de normal şartlarda taburcu edildi.
Suni akciğer-kalp makinesini kullanmadan yapılan ameliyatlarda 4,5-5 dakikayı geçiren doktorların hastaları hayatlarını kaybeder. Bazı cerrahlar bu sınırlı süreden dolayı, ameliyatı yaparken epey heyecanlanır. Oysa bu tip ameliyatların en baştan iyice planlanıp çok sakin ve rahat yapılması şarttır.
Hacettepe’de çalışmaya başladığımda, hastanede pek tanıdığım yoktu. Sadece, kalp cerrahı olmayan bir doktoru tanıyordum. Bununla birlikte, işe başladıktan iki ay sonra seçim yapıldığında, bütün cerrahi bölümlerin başkanı olarak seçilme onurunu yaşadım.
Türkiye’deki ilk açık kalp ameliyatlarını, çocuklarda ilk kalp ameliyatlarını ve yine Türkiye’de daha önce hiç yapılmamış genel cerrahi ameliyatlarını gerçekleştirmek de bana nasip oldu. Türkiye’de ilk suni akciğer-kalp makineli ameliyatı ise 6 Haziran 1962’de yaptım.
1962’de Haziran ayının başlarında Ankara’daki otel sahibi bir bey gelerek, “Oğlum kalbinden ameliyat olacak” dedi. “Bu Türkiye’de hiç yapılmadığı için onu Avrupa’ya götürecektik. Ancak, 4-5 aydır çok başarılı ameliyatlar yaptığınızı duyuyorum, kalp ameliyatları da yapıyorsunuz. Kabul ederseniz, oğlumu size getireceğim.” Olumlu cevabım üzerine, ertesi gün oğlunu getirdi. Tetkiklerine baktım. “Sizinki basit ASD’den biraz farklı gibi geliyor bana” dedim. “Makineyi kullanarak yapacağım. Şimdiye kadar makinesiz yaptığım beş ameliyat da başarılı oldu ama bunu makineyle yapacağım.” 6 Haziran günü makineyi hazırlayıp ameliyata başladık. Makineyle yapmamız çok isabetli oldu, çünkü hastanın kalbinde basit bir ASD yerine septum primum çıktı. Defekt çok genişti. 55 dakika süreyle kalbi durdurup içini açtım, gereken düzeltmeleri yaparak ameliyatı tamamladım.
(6 Haziran 1962’de yaptığım septum primum tipi ameliyatta kullandığım suni akciğer-kalp makinesi)→
←(1963 yılında Türkiye’de ilk kez gerçekleştirdiğim Glenn Operasyonu)
Bu, Türkiye’de bu şekilde yapılan ilk ameliyattı. Bir hafta sonra hastayı gayet sağlıklı bir şekilde taburcu ettik. Bundan üç yıl evvel aynı ameliyatı Amerika’da yapmış olsam da, bir Türk olarak bu ameliyatı Türkiye’de yapmak benim için çok önemliydi.
Glenn Operasyonu’nu da 1963 yılında Türkiye’de ilk kez gerçekleştirmek bana nasip oldu. Yandaki resimde görüldüğü gibi, kalbe giden akımı keserek sağ akciğere bağlayıp, açık kalan kalbe giden kısmı dikerek ameliyatı tamamladım.
5 Mayıs 1963 tarihinde Fallot Tetralojili bir gence Total Korreksiyon ameliyatı yaparak Türkiye’deki ilk TOF (Tetralogy of Fallot) ameliyatını gerçekleştirmiş olduk. Sonraki yıllarda da yoğun bir şekilde TOF ameliyatlarına devam ettik. 1988’de İtalya’daki ilk Pediatrik Kalp Cerrahisi Kongresi’nde, dünyada bu ameliyatı en çok yapmış dört kişiden biri olduğum açıklandı.
←(5 Mayıs 1963’te Fallot Tetralojili gence yaptığım, Türkiye’deki ilk Total Korreksiyon ameliyatı sonrası hastam)
1964 yılında üç aylığına ABD’ye davet edildim. Ülkenin en ünlü on kalp cerrahi merkezine gidip her birinde bir hafta geçirecektim. İlk olarak kalp cerrahisi ihtisasımı yaptığım yer olan Emory Üniversitesi’ne gidip üç hafta kaldım, ardından da Wichita’ya gittim. Hem Türkiye’de hem de burada “ilk” ameliyatları gerçekleştirmiş olmam nedeniyle gerek Wichita’da gazetede çıkan haber, gerekse radyo ve televizyon röportajlarında gösterilen ilgi beni duygulandırdı.
(1964 yılında Wichita’ya davet edildiğim mektup)
(Wichita’dayken gazetede çıkan bir haber)
1965’te çocuk ve dâhiliye uzmanı Dr. Tahsin Tuncalı, bir çocuğu Pulmoner Arter-Sol Defekt teşhisiyle bana gönderdi. Dünyadaki diğer vakalarda 3 kişi kurtarılabilmişti. Bizden önceki son vaka 10 yıl evvel Almanya’da ameliyat edilmiş, fakat kesin teşhis konamamış ve ameliyattan 6 gün sonra hasta hayatını kaybetmişti. Biz Hacettepe’de çok doğru bir teşhisle, dünyadaki üçüncü başarılı ameliyatı gerçekleştirdik ve çocuğun tüm rahatsızlığı giderilmiş oldu.
(Pulmoner Arter-Sol Atrium Kom. Valv. Yetmezliği sonrası hastam)
Fotoğrafta görüldüğü gibi, sağlığına kavuşmuş, siyanozu tamamen ortadan kalkmış olarak taburcu edildi ve sonrasında da normal bir yaşam sürdü. Bizden yedi yıl sonra, Japonya’da da bir hasta aynı teşhisle ameliyat edilerek sağlığına kavuştu.
1965 yılında, Amerikan Kardiyoloji Cemiyeti (American College of Cardiology) tarafından F.A.C.C. ünvanına layık görülme onurunu yaşadım. (Ödüller-FACC)
1969’da, Hacettepe’de benim başkanlığımda Türkiye’nin ilk ve tek Pediatrik Kalp Cerrahisi Departmanı kuruldu. “Cerrahide Şok ve İlgili Problemler” adlı kitabım da aynı yıl yayınlandı.
1969’da Hacettepe’de kurduğum Pediatrik Kalp Cerrahisi Departmanı’ndaki ekibimle, 1971’de çektirdiğimiz fotoğraf.
Soldan sağa: Nigar Cansönmez, Pervin Öztürk, Suna Aloğlu, Munise Yasin, Yurdakul Yurdakul, Rüstem Olga, Saadet Kalay, Nezahat Akçay, Aydın Aytaç, Günşad Aydın, Coşkun İkizler, Hatice Demirhan, Ayten Yılmaz, Nuriye Yeşilkanat
Yine 1969 senesinde ABD’nin en ünlü cerrahlarından Dr. Denton A. Cooley’in yeni bir kitabı çıkmıştı.
←(Ünlü kalp cerrahı Denton A. Cooley ve kızını ameliyat ettiği bir heykeltraş tarafından kendisine hediye edilmiş “Symbol of Excellence” adlı heykel)
(Denton A. Cooley’in bana imzaladığı kitabı)→
Ben de o yıl bir aylığına Amerika’ya gitmiş ve orada birçok kereler Cooley’in bulunduğu yerde bulunmuş, bir hafta da ameliyatlarını seyretmiştim. Ben ameliyatları izledikten sonra Cooley, Mustard ameliyatını anlattığı Surgical Treatment of Congenital Heart Disease (Konjenital Kalp Hastalığının Cerrahi Tedavisi) adlı kitabını benim için imzalayıp, “Bu ameliyatı ilk yapacağın zaman kitabımdaki kısmı bir gün önce incele ve ameliyatın sonucunu bana bildir” demişti. Cooley’de seyrettiğim transpozisyonda Mustard ameliyatını Türkiye’ye döndükten sonra 1970’te yaptım ve Cooley’e hemen bilgi verdim. İlerleyen dönemlerde bu ameliyatlara seri halinde devam ettik.
1971 yılında, Amerikan Cerrahlar Birliği (American College of Surgeons) tarafından F.A.C.S. ünvanı ile onurlandırıldım. (Ödüller-FACS)
1972’de John Shellito bana bir mektup göndererek, Amerika’daki köpek laboratuvarında üç yıl birlikte çalıştığım cerrahlar Dr. B. Buck, Dr. E. Carreau, Wichita Cerrahi Klinik Başkanı Dr. Bartlett ve anestezist R. H. Robinson ve eşleriyle birlikte sekiz günlüğüne Türkiye’ye gelmek istediklerini söyledi. “İlk iki günü Ankara’da geçirip, bir gününde de senin ameliyatlarını seyretmek istiyoruz. Geri kalan zamanda da eşinin ve senin bizim davetlimiz olmanız kaydıyla, hep birlikte Türkiye’nin tavsiye edeceğiniz yerlerini gezeriz” diyordu. Bu dostça teklifi büyük bir memnuniyetle kabul ettim.
Konuk cerrahlar, Ankara’ya geldiklerinin ertesi günü, yaptığımız ameliyatları seyretti. Birincisi bir Fallot Tetralojisi ameliyatıydı. Kalple ilgili her şeyi bitirdikten sonra kapatmak üzere başasistanıma bırakarak, Aorta-Pulmoner Window ameliyatı için ikinci odaya geçtim. Pulmoner arteri açtım, ancak maalesef teşhis doğru değildi. Aortayı açtım, ikisi arasında ilişki yoktu. Amerikalı meslektaşlarım heyecanlanarak, “Aydın, çok büyük bir zorluk çıktı sana” dediler. Onlara “Beş-on dakika bekleyin, gereken teşhisi koyacağım” dedim. Aorta dibinde küçük bir delik bularak içine alet soktum, sağ kalbe kadar bir uzaklık hissettim. Sonra durmuş kalbi açarak aorta ile sağ ventrikül arasına çıkan bir tünel buldum. Tüneli çıkarttım, aortadaki ve sağ ventriküldeki delikleri kapattım. Sonra kalbi de kapatarak tekrar çalıştırdım ve hasta tamamen normale döndü.
(Dünyada ilk kez gerçekleştirdiğim ‘Aorta-Sağ Ventriküler Tünel’ ameliyatı sonrası, Medical Arthist tarafından çizilen ve vakayı gösteren operatif resim)
Böylece, dünyadaki ilk “Aorta-Sağ Ventriküler Tünel” ameliyatı gerçekleştirilmiş oldu. O güne kadar dünyada sol ventriküler tünel ameliyatı 17 kere yapılmıştı, biz de üç tane yapmıştık. Fakat sağ taraf için dünyada ilk ameliyat Türkiye’de, Hacettepe’de yapılmış oldu. Vaka aynı yıl Annals of Thoracic Surgery’de yayınlandı ve ilk vaka olması nedeniyle Medical Artist tarafından çizilmiş büyük operatif resim bana hediye olarak gönderildi.
Ameliyatı izleyen Dr. Shellito bana, “Dünyada böyle hiç yapılmamış bir ameliyatı ilk defa yapan cerrah, kolunu bile vermeye razı olur. Bir daha hiç ameliyat yapmasa da gerekli ismi almış olur” demişti. Ameliyat çıkışı gazeteciler Amerikalı cerrahlarla görüştü. Daha sonra da Rektörümüz İhsan Doğramacı’nın öğle yemeği davetine katıldık. Cerrah dostlarım ertesi sabah iki hastayı da görüp sonuçlardan çok memnun kaldı. Daha sonra, başta Anıtkabir olmak üzere Ankara’yı gezdik, ardından da İstanbul, Çanakkale ve İzmir’e gittik.
Türkiye’deki ilk koroner by-pass ameliyatını, 1974 senesi Şubat ayında, safen ven kullanmak suretiyle 41 yaşındaki bir kadın hastaya yaptık ve ameliyat başarıyla sonuçlandı. Aynı yıl Siyami Ersek de İstanbul’da ilk by-pass ameliyatını başarıyla tamamlamış. Hangimizin ilk kez bu operasyonu gerçekleştirdiğine dair (üniversite arşivlerinin yetersizliğinden dolayı) iddialar olsa da bence en önemlisi iki meslektaşın birbirinden habersiz ülkemiz insanına sunabildiği bu tedavi şekli olmuştur.
Türkiye’ye döndükten sonra ben çeşitli vesilelerle sık sık Amerika’ya gittiysem de, eşim Şükran bir daha hiç gitmemişti. Çocuklarımız Işık ve Demir de orada doğmuş, ikisi de çok küçükken Türkiye’ye gelmişti. 1974’de hep birlikte bir buçuk aylığına Amerika’ya gitme kararı aldık. Hazırlıklarımızı yaptığımız sırada, gitmemize 15 gün kala, Japonya’dan bir mektup aldım. Japonya’da tıp fakültesinden mezun olacak öğrenciler sene sonunda diplomalarını almadan önce mutlaka ülke dışından davet edilen başarılı bir kalp cerrahı gelir ve bir konu üzerine 45 dakikalık bir konferans verirdi. O yıl da bu amaçla beni davet etmek istiyorlardı. Biz Amerika’ya gitme hazırlığı içinde olduğumuzdan, konuyu İhsan Doğramacı’ya danışmak istedim. O da ilgilendi ve “Eşinle çocukların Amerika’ya gitsin ama sen mutlaka Japonya’ya git” dedi. “Bu hem Türkiye için, hem hastanemiz için fevkalade onur verici bir şey olacaktır. Japonya’dan sonra sen de Amerika’ya geçersin.”
Japonya’ya gittiğimde, beni davet eden cerrah tarafından havaalanında karşılandım. Elimde biri büyük biri küçük iki bavulum vardı. Beni karşılayan ve benden on yaş büyük olan cerrah yardım için elimdeki büyük bavulu almak isteyince, “Efendim, siz küçüğü taşıyın, ben büyüğü taşırım” dedim. O da, “Hayır efendim, ben ev sahibiyim, elbette büyüğünü ben taşıyacağım” dedi. Japonların bu konulardaki gelenek ve yaklaşımları bakımından Türklere benzediğini bu örnekle görmüş oldum.
Orada, mezun olacak sınıfın öğrencilerine davet mektubunda istenen 45 dakikalık TOF konferansımı verip dönmek üzereyken, Tokyo’dan 500 kilometre uzaklıktaki başka bir tıp fakültesinden de bir davet geldi.
İki gün de oraya uğrayıp bir konferans vermemi rica ediyorlardı. Daveti kabul ederek ilk konferanstan sonraki gün de oraya gittim. Üniversitede konuşma yapacağım salondaki masanın üzerinde 10-12 sayfa kadar, Japonca yazılmış kâğıtlar vardı. Her birinin üstünde kendi ismimi görünce, bunların ne olduğunu sordum. Cevap olarak, “Sizin Amerika ve Avrupa’da yayınlanmış birçok neşriyatınız var” dediler. “O neşriyatın arasından bunları seçip Japoncaya tercüme ettirdik.” Öğrencilerin de kendi dillerinden okuyabilmesi için bu yayınların tercüme edilmesi beni etkilemişti.
Konferanstan sonra oradan uçakla tekrar Tokyo’ya dönecektim ama bana trenle gitmemi önerdiler. “Uçak biletimi aldım” dediysem de, “Havaalanı buraya uzak, hem uçakla giderseniz manzarayı da göremezsiniz. Oysa trenle iki saatte gidersiniz, hem de çevreyi görmüş olursunuz” diyorlardı. O yıllarda tren saatte 250 km. hızla gidiyordu, şimdi ise çok daha hızlı. Sonunda fikrimi değiştirip trenle gitmeye karar verdim. Trende bana özel, büyük bir kompartıman ayırtmışlar. Önü tamamen açık, oradan manzarayı rahatça seyredebilir, istersen yazabilir, çalışabilirsin, o kadar rahat… O süratle gidince yerden biraz yükseliyor, en ufak bir sarsıntı ve rahatsızlık hissettirmeden, kayarcasına gidiyor. İki saatte Tokyo’ya geldim, iki gün sonra da ABD’ye gidip eşim ve çocuklarımla buluştum.
1960’da Dr. Albert Starr, Amerika’da ilk defa mitral kapak replasmanında uzun süreli başarı elde etmişti.
←(Prof. Dr. Albert Starr)
Kendisini görmeye Oregon’a gittim; üç gün ameliyatlarına girip seyrettim. İşimiz bitince, “Aydın, hafta sonu geldi” dedi. “Benim buraya 170 mil uzakta yazlık bir evim var. Eşlerimizi de alalım, iki gece orada kalalım.” Davetini memnuniyetle kabul ettim. Gittiğimiz yerde atlar da vardı ve ilk gün hep birlikte at binerek gezintiler yaptık.
←(Albert Starr’ın davet ettiği evinin çevresinde yaptığımız gezinti. Albert Starr ortada)
Ertesi gün Albert Starr beni 30-40 dakika uzaklıkta, göl kenarında bir yere götürdü. “Ben önemli ameliyatlara girmeden önce burada oturup avucuma taşlar alır, suya atar, çizgilerini izler, saatlerce düşünürüm” dedi. Sohbetimiz sırasında, dünyada yaygın olarak kullanılmaya başlanan ilk kapak modelini de burada keşfettiğini öğrendim ve daha sonra bana onları da gösterdi. Amerika’daki bu çok başarılı insanla böyle iki yakın arkadaş gibi sohbet ettik ve ikinci günün sonunda şehre döndük.
(1979’da Albert Starr’ın beni Oregon Üniversitesi’ne davet ettiği mektup. Kendisi üç ay orada olamayacağını belirtmiş ve üç ay sen ders verirsin ve üç ay da birlikte veririz diye yazmıştı.)
1976’da Dr. Lillehei iki gün için Ankara’ya geldi. İlk gün öğleden sonra Ankara’daki başka bir hastanede, kıymetli bir meslektaşımın ameliyatına girmişti. Meslektaşım bana daha sonra, “Aydıncığım, ben ameliyatı yaparken Lillehei devamlı müdahale etti, hayli stres altında kaldım” dedi. O akşam yemekli bir toplantımız vardı. Benim ameliyat ettiğim birkaç kişi de yemeğe katıldı, onlarla da sohbet ettik. Lillehei bana, “Yarın senin ameliyatına gireceğim, öğleden sonra da biliyorsun sizin orada bir konferans vereceğim. Yarın sabah seninle otelde bir kahvaltı edelim” dedi. Ertesi gün Lillehei’in oteline gittim, birlikte kahvaltı ettik. Kahvaltıda bana yeni çıkan kitabı Congenital Malformations of the Heart’ı imzalayıp verdi.
(C. Walton Lillehei, 1976’da Ankara’daki bir ameliyatımı seyretmeden önce imzaladığı kitabını vermişti.)→
Ona “Keşke akşam verseydiniz, gece okurdum ve bugünkü ameliyata da katkısı olurdu” dedim. O da, “Sen yapacağın ameliyat konusunda en tecrübeli insanlardan birisin, 300 küsur TOF ameliyatı yaptın. Dolayısıyla bugün yapacağın ameliyatı ben sadece seyredebilirim, karışmam söz konusu olamaz” dedi. Sonra ameliyata gittik ve orada hazır bulunan asistanların da sorularına birlikte cevap verdik. Öğleden sonra üçte Lillehei’in konferansı vardı. Sadece 75 kişinin davet edildiği çok özel bir yerde 45 dakikalık bir konferans verdikten sonra, “Sizlere yaptığım bu ameliyatı gösteren on dakikalık bir film izlettirmek istiyorum” dedi. Bu ameliyatı dünyada en iyi yapan cerrahlardan biri olan Lillehei, filmi başlatmadan önce de, “Ama ben filmde izleyeceğiniz ameliyattan daha iyisini bu sabah izledim” sözleriyle bana iltifatta bulundu.
1977’deki German Society of Pediatric Cardiology Kongresi’nde “Results After Prosthetic Valve Replacement in Children with Acquired Valve Disease” (“Sonradan Oluşma Kalp Kapakçığı Hastalığı Olan Çocuklarda Prostetik Kapak Replasmanının Sonuçları”) konusunda bir konferans verdim.
(Prof. Dr. Hehrlein’ın German Society of Pediatric Cardiology Kongresinde konferans vermem için davet ettiği mektup)
German Society of Pediatric Cardiology’nin direktörü Fritz Hehrlein benim çok yakın dostumdur. Kendisi birkaç kere ülkemize de gelmişti. 1977 yılında Almanya dışında iki günlük bir kongre vardı. Hehrlein oraya arabasıyla geçmiş, ben de Türkiye’den uçakla gitmiştim. Kongreden sonra, “İkimiz beraber arabamla dönelim Almanya’ya, seni evimde misafir etmek istiyorum. Uçak biletini değiştiririz, oradan uçarsın Türkiye’ye” dedi.
15 Haziran 1978’de Wesley Medical Center tarafından Amerika’ya davet edilerek Wichita, Kansas’ta da aynı konuda bir saatlik bir konferans verdim.
←(15 Haziran 1978’de Wichita’da verdiğim
1 saatlik konferansın programı)
1979 senesinde, Sedat Simavi Vakfı tarafından Sağlık Bilimleri Ödülü’ne layık görülme mutluluğunu yaşadım. (Ödüller-SSV)
1981’de de Washington’da Edwards Laboratories tarafından düzenlenen Kalp Kapakçığı Replasmanı (Heart Valve Replacement) ameliyatlarının 20. Yıldönümünün kutlandığı toplantıya, ‘Dünyanın En Başarılı 100 Cerrahı’ından biri olarak davet edilmiştim.
(1981 yılında American Edwards Laboratories tarafından düzenlenen kutlama toplantısına “Dünyanın Başarılı 100 Cerrahı”ndan biri olarak davet edilmiştim)
1984 yılı sonbaharında Ankara’da Türkiye Kardiyoloji Derneği Kongresi’nin bir panelinde başkan olarak yer almıştım. Toplantıda 0-16 yaş arasında, suni akciğer-kalp makinesi kullanılarak yapılan en büyük beş hastaneden vaka sayılarını bildirmeleri istendi. O gün toplantı salonunda, 380 seyircinin huzurunda beş hastanenin her birinin kalp cerrahisi başkanı tarafından 0-16 yaş sonuçları tebliğ edildi.
Konuşmalar bittikten sonra ben onlara dönerek, “Sunumlarınız çok iyiydi, fakat 0-4 yaş arasında hiç vaka duymadım. Acaba atladım mı? Sizlere ayrı ayrı soracağım” dedim soruyu her birine yönelttim. Hepsi de sırayla, 0-4 yaş arasında, suni akciğer-kalp makineli bir tek ameliyat yapılmadığını bildirdi. Bunun üzerine ülkemizde bu grupta ilk ameliyatları yapmış bir cerrah sıfatıyla benim açıklamamı istediler. O zaman, orada bulunan başasistanıma 0-4 yaş arası yapmış olduğumuz ameliyatların listesini açıklamasını söyledim. Listemiz şöyleydi: 0-4 yaş arasında 596 vaka, 0-2 yaş arasında 192 vaka… Bunlar kalp ameliyatına ihtiyacı olan küçük çocuklar ve bebekler için umut verici bir gelecek vaat eden çarpıcı rakamlardı.
1964 senesinde Doçent olduğum Hacettepe’de, 1969’da da Profesör oldum. Hacettepe’de, bölümümdeki işlerimi, ameliyatlarımı sürdürürken, 1971-1972’de Mezuniyet Sonrası Fakültesi Dekanı, 1972-1975 yıllarında da Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı olarak görev yaptım ve 1984’de Ankara’dan İstanbul’a taşındık.
İstanbul Üniversitesi Yıllarım
İstanbul’a geldiğim yıl yani 1984’te İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü, Kalp Cerrahisi Bölümü’nü kurdum ve on yıl çalıştım. Bu dönem içinde, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı bir vakıf hastanesi olarak hizmete giren Florence Nightingale’de de Kalp Damar Cerrahisi Bölümü’nü kurdum ve orada da ameliyatlar yaptım.
1987’de Avrupa Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği (The European Society for Cardiovascular Surgery) Kongresi’nde, Fallot Tetralojisi ameliyatını dünyada en çok yapan ilk dört cerrah arasında olmam sıfatıyla bir konuşma yaptım. Gerçekleştirdiğimiz toplam ameliyat sayısına göre üçüncü, Acquired seride ise birinci sıradaydık.
(1987 yılında, The European Society of Cardiovascular Surgery Kongresinde konuşmamı yaparken ve yapılan toplam ameliyat sayısına göre dünyada 3., “Acquired” serisinde ise 1. olduğumuzu gösteren belge)
1988’de Dr. John Shellito İstanbul’a geldiğinde, İstanbul Üniversitesi Rektörü Cem’i Demiroğlu kendisinden üniversitemizde bir konferans vermesini rica etmiş, Shellito da bu isteğimizi kabul etmişti. Konferanstan sonra Cem’i Demiroğlu, Shellito’ya teşekkürleriyle birlikte bir plaket takdim etti.
(Prof. Dr. John Shellito konferansı sırasında fotoğraflar da göstermişti. Perdedeki fotoğrafta, Amerika’da ilk köpek ameliyatlarına birlikte başladığımız, Shellito’nun ve benim de olduğumuz ekibimiz görülüyor.
Alttaki görüntüde ise 1988 yılında Shellito, İstanbul Üniversitesi’nde verdiği konferanstan sonra Rektör Cem’i Demiroğlu’ndan teşekkür plaketini alırken)
Shellito ertesi gün, yapacağım iki ameliyatı izlemek üzere eşiyle birlikte tekrar üniversiteye geldi. Eşim Şükran’la Shellito’nun eşi odamda bizleri bekleyecek ve ameliyattan sonra hep birlikte öğle yemeğine çıkacaktık. Biz ameliyathaneye geçtik. İki muazzam ameliyat vardı ve Shellito dikkatle izliyordu. Birinciyi bitirip ikinciye geçtik, ama fotoğrafta gördüğünüz gibi kalp tanınmayacak bir haldeydi.
(Doğuştan deforme bir kalbin ameliyat öncesi ve ameliyatın tamamlanma aşamasındaki durumu)
Shellito bunu görünce, “Herhalde bu kalbi çıkarıp yeni bir kalp takacaksın” dedi. Ben de, “Bunu çıkaracağım, onaracağım ve hastanın kendi kalbini muhafaza edeceğim” diye cevapladım. Shellito, “Bu Amerika’da çok görülen bir hastalık değildir, ben de bir kere yapmıştım” dedi. Oysa benim oldukça sık karşılaştığım bir vakaydı. Birçoklarında suni akciğer-kalp makinesine bağlama gereği görmem ama burada kalbin içine kadar her şey öylesine harap olmuştu ki, bu hastayı makineye bağladım. Çok zor bir ameliyat oldu ve ondan sonra ikinci fotoğrafta gördüğünüz hale geldi. Ayrıca kalbin içindeki bozuklukları da onarmıştım.
Sabah 09:00’da başladığımız bu çok önemli iki ameliyatı öğlen 13:00’te tamamladık ve eşlerimizi alıp yemeğe çıktık.
1988 senesinde, Eczacıbaşı tarafından düzenlenen “Cumhuriyet Dönemi II. Tıp Ödülleri” seçmelerinde, ödüle layık görülerek “Türk Tıbbının 10 Altın İnsanı” arasında yer alma onurunu yaşadım.
(Ödüller-Eczacıbaşı)
Dünyada ilk Pediatrik Kalp Cerrahisi Kongresi 1988’de İtalya’da yapılmıştı. O kongrede, pediatrik kalp cerrahisinin çok önemli bir grubu olan total korreksiyon vakalarını dünyada en fazla gerçekleştiren dört grup, özel bir toplantı için seçilmişti. Bu dört gruptan üçüncü olarak davet edildiğimiz bu toplantıda, vakamızı detaylarıyla takdim ettim. Her birimiz için bir tartışmacı belirlenmişti. Benim tartışmacım Amerikan Mayo Clinic’te total korreksiyonda, suni akciğer-kalp makineli ilk ameliyatı yapan meşhur kalp cerrahı John Kirklin’di. Kendisi bizim için çok zevkli ve destekleyici bir konuşma yaptı.
(John Kirklin (1917-2004)
1974’te bana imzaladığı kitabı)
Ameliyatlarımıza yoğun bir tempoda devam ederek, 1988’den sonra kalp kateterizasyonunun zorunlu olmadığı vakalarda ameliyatları kalp kateterizasyonu yapılmadan gerçekleştirdik. 1988 ile 1993 arasında 99 vakayı bu şekilde ameliyat ettik. Sadece iki çocuk hayatını kaybetti, 97’si kurtuldu. 2002 yılında da vakalar ve ameliyatlarımız toplam 1377’ye çıktı. Bu verileri aynı yıl Helsinki’deki kongrede sunduk.
1989’da Wichita, Kansas’ta St. Francis Hastanesi, 100. Yıldönümü münasebetiyle düzenlenen bir haftalık törene, orada ihtisas yapmış olan, ABD dışından iki doktoru onur konuğu olarak davet etmişti. Bu iki kişiden biri de bendim. O dönemde İstanbul Üniversitesi Kardiyovasküler Cerrahi Bölüm Başkanı idim. İkinci kişi ise benden daha sonra orada ihtisas yapmış olan Tayland Bangkok’tan Nouvarat Censarn’dı. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, ben 1955 ve 1959 tarihleri arasında dört yıl Wichita, Kansas’ta St. Francis Hastanesi’nde genel cerrahi, ondan sonra iki yıl da Atlanta’da Emory Üniversitesi’nde resmi kardiyovasküler cerrahi ihtisasımı tamamlayıp 1961 sonunda Türkiye’ye dönmüştüm.
(St. Francis Hastanesinin 100. yıldönümü için davet edilen iki kişinin yani benim ve Nouvarat Censarn’ın tanıtımı için hazırladıkları yazı)
Bir hafta süren törendeki birçok toplantıda onur konuğu sıfatıyla konuşmalar yaparken, ülkesini başarıyla temsil eden bir doktorun mutluluk ve gururunu yaşadım. 8 Eylül 1989’da düzenlenen özel bir akşam yemeğine de yine onur konuğu olarak davet edildik.
1992’de İstanbul Tıp Fakültesi’nden Çocuk Kardiyoloğu Prof. Dr. Talat Cantez, pulmoner atrezi teşhisi konulmuş yeni doğan bir bebeğin babasını, yazdığı mektupla birlikte bana göndermişti. Bebeği hemen İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’ne naklettirdik. 1 günlük bebeğin kalbini 55 dakika süreyle durdurarak, sağ ventrikül ile akciğer arasındaki iletişimi sağladık. Böylelikle Türkiye’deki ilk pulmoner atrezi ameliyatı başarıyla gerçekleştirilmiş oldu.
Ülkemizde bu çok seyrek görülen bir vakaydı. Sonraki 10-15 sene içinde bunun gibi sadece yedi sekiz vakayla daha karşılaştık ve hepsini de 1 günlükken ameliyat ettik.
Avrupa Kardiyoloji Derneği (European Society of Cardiology) Başkanı Dieter Burckhardt, 1993 yılında gönderdiği bir mektupla beni çalışma gruplarına ve çekirdek kadrosuna üyelik için davet etti.
(1993 yılında, European Society of Cardiology’nin beni, çalışma gruplarına ve çekirdek kadrolarına davet ettiği mektup)
Tanınmış gazeteci yazar Mete Akyol’un, 24 Haziran 1963 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan benimle ilgili yarım sayfalık yazısı beni çok duygulandırmıştı. O sırada kendisiyle henüz tanışmıyorduk. Beni tanımadan, hakkımda bilgi toplayarak bu güzel haberi yazan Mete Akyol’u, kendisine teşekkür etmek için aramıştım ve böylece tanışmıştık. Aradan 29 sene geçtikten sonra, 19 Aralık 1992 tarihli Star Dergisi’nde, 1963’de yazdığı haberden de alıntılar kullanarak “Örnek aydınımız…” başlığı altında, etkileyici bir yazı daha yazdı. Çünkü 29 yıl önce beni tanımadan hakkımda yazan Mete Akyol, 1992’de ameliyat olmak üzere bana gelmişti…
Onun duygularını, kendi satırlarındaki birkaç cümle ile aktarıyorum: “Kısa bir süre önce, by-pass ameliyatı geçirmek zorunluluğuyla karşı karşıya kaldım. Ya bir an önce ameliyat olacaktım… Ya da yaşamımın bundan sonraki her saniyesinde Rus Ruleti oynuyor olacaktım. Yaşamım konusunda pek cömert değilimdir. ‘Prof. Dr. Aydın Aytaç’la görüşmek istiyorum’ dedim. Onunla görüştükten tam bir hafta sonra, Florence Nightingale Hastanesi’nin ameliyat odalarından birinde, Prof. Aytaç’ın, ekibiyle birlikte çevresinde yer aldığı ameliyat masasında yatıyordum, yüreğimde en ufak bir kuşku ve tereddüt kırıntısı dahi olmaksızın… Yirmi dokuz yıl önce bu genç bilim adamımızı size tanıtmak gereksinimi duyarken ve onu size tüm içtenliğimle tanıtırken yazdığım yazının her satırını öylesine inanarak yazmıştım ki…”
(Basın-M. Akyol)
O günlerden hatırladığım güzel bir anımı daha sizlere aktarmak istiyorum. Yıllar önce Ankara’da, Hacettepe’de çalıştığım dönemde İzmir’den bir bayan hasta bana gönderilmişti. Beş altı aylık hamileydi ve kalbi sıkıştırmaya başladığı için, İzmir’deki meslektaşlarımız hastanın hamileliği tamamlayıp doğumu yapmasına kalbin dayanmayacağını haklı olarak düşünmüşlerdi.
(Hamileyken ameliyat ettiğim ve doğan çocuklarına ‘Aydın’ ismini koyan hastamla ilgili haber)
Tek çıkar yol ameliyattı ancak o yıllarda, ülkemizde henüz ameliyatı yapılmamış bir vaka olması nedeniyle hasta tarafından kabul edilmesi de hayli zordu. Başka çare olmadığını, bekleyip doğuma gitmenin hem anne hem de bebek için çok daha tehlikeli olacağını anladıkları için hasta ve eşi ameliyatı kabul etti. Başarılı bir kalp ameliyatının ardından sağlığına kavuşan hastam, üç ay sonra rahat bir doğumla çok sağlıklı bir bebek dünyaya getirdi. Adını, Aydın koydular. Bu olaydan on beş yıl sonra, hastanın kalp kapağı kireçlenip yapısı bozulduğu için bu sefer de beni İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde buldular ve yeni bir kalp ameliyatı ile kendisine suni bir kalp kapakçığı taktım.
Aynı gün öğleden sonra hastamın 15 yaşındaki oğlu Aydın, babasıyla beraber odama geldi. Bana, “Aydın Amca” dedi. “Annemin hayatını ikinci kez kurtardığınız için ve 15 yıl önce de benim dünyaya gelmemi sağladığınız için elinizi öpüp teşekkür edebilir miyim?” O anda ne kadar büyük bir mutluluk duyduğumu ve gözleri yaşlı babanın yanında elimi öpen bu genç delikanlıyı ne kadar büyük bir coşkuyla kucakladığımı herhalde tahmin edersiniz.
←(İstanbul Üniversitesi’nde görev yaparken basında çıkan haberlerden)
Amerikan Hastanesi Yıllarım
1993’de İstanbul Üniversitesi’ndeyken, bir yandan da Amerikan Hastanesi’nde kurmayı kabul ettiğim Kalp ve Damar Cerrahisi Bölümü için gerekli hazırlıkları yapıyordum.
Amerikan Hastanesi’ndeki bölümün kuruluşunu da kısaca özetlemek istiyorum. Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi yönetimi, hastane bünyesinde bir Kalp Damar Cerrahisi Departmanı kurmayı planlıyordu. Bu konuyla ilgili olarak 1992’de bana teklifte bulundular.
Uzun görüşmelerden sonra Sayın Rahmi Koç’la yaptığımız en son toplantıda bana, “Bizimle çalışmak için şartlarınız nedir?” diye sorduğunda, “Bir tek şartım var” dedim. “Ameliyat ettiğim hasta bu hastanenin kapısından çıkarken, Amerika’nın en mükemmel yerine gitseydim ancak bu kadar mutlu çıkabilirdim diyecekse gelirim.”
Sayın Rahmi Koç, “Tek bir şartınız var ama o bir sürü şartı da beraberinde getiriyor” dedi ve bu şartımı memnuniyetle kabul etti.
Hazırlıklara başlayıp Amerikan Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Departmanı’nı kurduk ve 1 Nisan 1993’te de ameliyatlara başladık.
Bir-iki sene boyunca sabahları İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde, öğleden sonra da Amerikan Hastanesi’nde çalıştım.
1993 yılı başlarında bir gün, İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde sabah ameliyatlarımı tamamlamış olarak öğleden sonra odamda çalışırken bir telefon geldi. Arayan, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nden, daha önce tanışmadığım kardiyoloji doktoru bir hanımdı. Bana “Hocam, mümkünse, annemi hastalığından dolayı yarın size getirip göstermek istiyorum” dedi. Ben de kendisine ertesi gün hemen gelmelerini söyledim. Doktor hanım ertesi gün öğleden sonra annesiyle beraber odama geldi. Anne Kadriye Pekun, 84 yaşında ve sağlık bakımından çok kritik durumdaydı. Tetkiklerine baktıktan ve muayene ettikten sonra, söyleyeceklerimi duymasın diye dinlenmesi bahanesiyle kendisini bekleme salonuna aldık.
Doktor hanıma, “Anneniz en fazla iki ay yaşayabilir, derhal ameliyat olması lazım” dedim. “Pazartesi hastanemize yatmak üzere getirin, salı günü ameliyat edeceğim.” Doktor hanım çok heyecanlandı. “Hocam, ben annemi en az beş farklı profesör kalp cerrahına götürdüm. Hepsi de ameliyatı reddetti, annemi size getireceğim” dedi. Pazartesi maalesef gelmediler. Salı, Çarşamba, Perşembe… Hiç gelmediler.
Bir gün öğleden sonra Amerikan Hastanesi koridorunda Dr. Ümit Aker’le karşılaştım. Fevkalade başarılı bir kardiyolog doktor ve aynı zamanda sınıf arkadaşım olan Ümit Aker, Amerika’dan Türkiye’ye gelmek istemiş, kendisinin de arzusu üzerine büyük bir mutlulukla, Amerikan Hastanesi’nde çalışması için elimden geleni yapmıştım. Koridorda onu görünce, “Ümit, o benim ameliyat teklif ettiğim 84 yaşındaki kadın hastayı bir daha getirmediler, doktor kızı da bir daha aramadı. Zamanında hastayı sen de görmüşsün, ne oldu acaba?” diye sordum. Ümit Aker, “Ah, gelmeme nedenlerini sana söylemediler anlaşılan. Onlar, aort kalp cerrahisi çok kritik olduğundan, ameliyatı Paris’te yaptırmaya karar vermişlerdi” diye yanıtladı. Ben de, “İnşallah hayırlı olur” dedim.
Üç hafta sonra Amerikan Hastanesi’nin koridorunda, hastanın kızı olan doktor hanımla karşılaştım ve ona, “Anneniz ameliyat oldu mu, durumu nasıl?” diye sordum. Ağlayarak, “Paris’teki doktor ameliyatı kabul etmedi” dedi.
Hastanın ailesi, annelerini beş gün önce Amerikan Hastanesi’nde yoğun bakıma yatırmış. Beş gündür gözleri kapalı, nefes alamadığı için boyunda gerekli açılım yapılarak suni akciğer yerleştirilmiş durumda. Tansiyonu da 7-8’i geçmiyor. Hasta hiç gözünü açmıyor, hiç konuşmuyor, nefesi de ancak suni sistemle alabiliyor. Kardiyologlar gerekli tetkiklerden sonra doktor hanıma, “Anneniz üç günden fazla yaşayamayacaktır, şu anda ölüm şartları içindedir. Yapılabilecek hiçbir şey kalmadı, üzgünüz” demişler. Doktor hanım, “Hocam, yukarıya çıkıp annemi size gösterebilir miyim?” diye sordu. “Peki, beraber gidelim” dedim. Yoğun bakımda bütün tetkiklere baktım. Doktor hanıma dönüp, “Size söyledikleri her şey doğrudur, üç günden fazla artık yaşayamaz” dedim. Bana “Hocam acaba siz onu ameliyat eder misiniz? Keşke dört-beş hafta evvel söylediğiniz zaman hemen ameliyatı size yaptırsaydık” dedi. Doktor hanıma, “Evet, keşke teklif ettiğim zaman ameliyatını yapmam üzere getirmiş olsaydınız, büyük ihtimalle şimdi rahata ermiş olacaktınız. Ama muazzam riske rağmen yarın sabah ameliyat edeceğim” dedim. Doktor hanım yaşadığı duygu yoğunluğu içinde birdenbire ağlamaya başlayarak ellerimi tutup öpmek istedi.
O akşam 9-9:30’a kadar hastanın ameliyatla ilgili gerekli tetkik ve bakımlarını yaptırdım. Sabahleyin ameliyata aldım. Normalde 2,5 saatte yapılacak o ameliyat 4,5 saat sürdü. Kalbi 1,5 saat durdurdum. Aort damar seviyesinde aşırı daralma, kalsifikasyon ve yoğun bozukluklar vardı, teker teker uğraşarak o bozuklukları çıkardım. Mümkün olduğu kadar temizleyip kalbe gerekli suni makineyi taktım. Bu ameliyatla 84 yaşındaki kadın, taburcu edildikten sonra 94 yaşına kadar gayet aktif, mutlu ve sağlıklı yaşadı. Her sene üç dört kere kontrole gelirdi. Çok rahat yürür, bazen merdivenleri yürüyerek çıkardı, muayene bulguları da son derece iyi çıkıyordu.
Ölümünden üç buçuk ay evvel yine muayene için gelmişti ve 10 yıl önce yapılan kalp ameliyatı bakımından durumu fevkalade iyiydi.
94 yaşında başka sebeplerden dolayı vefat etmiş. O sırada Avrupa’daydım, kızı cenaze günü beni telefonla buldu. “Hocam, on sene öncesi yerine şimdi annemin mezarının başındayım, size teşekkür etmek için aradım” dedi. “Şu anda bile teşekkür ve minnetlerimi sunuyorum, bugüne kadar annem sayenizde çok iyi yaşadı. Tekrar tekrar teşekkür ederiz.”
Hayatını insan sağlığına adamış bir doktor için, mesleğinin tüm zorluk ve yorgunluklarını bir anda silen en değerli ödüldü bu.
1994’de bir çocuk hastada akciğerle kalp arasında iletişim olmadığı için boşluğu bir kanalla birleştirdik. Çocuk doğduğu zaman sağ pulmoner arter ve sol pulmoner arterin birleştiği ana damarla sol kalp arasında hiçbir ilişki yoktu. Çocuğun kısa bir süre içinde hayatını kaybetmesini önlemek amacıyla pulmoner arterle sol kalp arasına suni bir damar yerleştirdik. Resimde görüldüğü üzere akciğer damarlarıyla sol kalp arasında kurulan ilişki sayesinde hastanın hayatı kurtuldu.
(1994 yılında bir çocuk hastada, akciğerle kalp arasındaki iletişim olmadığı için boşluğu bir kanalla birleştirmiştik.)
1400 civarında yaptığımız Fallot Tetralojisi ameliyatlarından birinde, 1995’te dünyada ilk defa olarak sağ pulmoner arteri olmayan bir hastanın hayatını kurtardık.
(1995 yılında, “Dünyada bir İlk’I daha gerçekleştirme şansım oldu”. Sağ pulmoner arteri olmayan bir hastayı TOF ameliyatı yaparak kurtarabilmiştim.)
2003’te de aynı şekilde sağ akciğer damarı olmayan bir hastayı ameliyat ettik. Sol tarafta akciğer damarı olmayan vaka sayısı daha fazlaydı, onların ameliyatlarını da iyi sonuçlarla gerçekleştirdik. Ayrıca, sağ akciğeri mevcutken sol akciğeri olmayan çok nadir vakalarımız da yeni sistemle normale kavuşturuldu.
Fallot Tetralojisi ameliyatını ilk defa 1963’te yapmıştık. Son zamana kadar 1500’e yakın sağ ve sol pulmoner arteri olmayan Fallot Tetralojisi vakasına rahatlıkla müdahale ederek hastalarımızı sağlıklarına kavuşturduk.
1963’ten 1999’a kadar 1331 Fallot Tetralojisi vakasıyla, dünyada bu ameliyatı en çok yapan üçüncü ekip olmuştuk.
Kalp-Akciğer Cerrahları Birliği (The Society of Thoracic Surgeons) binlerce üyeye sahip bir örgüttür. Ama bir de çok seçkin üyelerinin isim ve bilgilerinin yer aldığı bir VIP kitabı yayınlar. Sayısı 200’ün altında olan bu üyelerin arasına tek Türk üye olarak beni de detaylı bilgilerle dâhil edip kitap basılır basılmaz göndermeleri benim için bir onur ve gurur vesilesi olmuştur.
←(‘The Society of Thoracic Surgeons’un VIP kitabında tanıtılmam için gönderilen yazı.)
(‘The Society of Thoracic Surgeons’un VIP kitabının sayfasından…)→
Bayındır Hastanesi, tıp biliminin gelişimine katkı sağlamak ve bu alanda yürütülen çalışmalara destek olmak amacıyla 1996 yılından itibaren her sene hizmet, bilim, teşvik ve araştırma ödülleri vermekteydi. Seçici Kurul’da benim başkanlığımda onbir profesör yer alıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel o törenlerde üç sene bulundu, bir defasında da kendisine ödül verildi. Fotoğraf, kendisine ödülünü takdim ettiğim anı gösteriyor. Seçici Kurul’un Onursal Başkanı olarak uzunca bir süre çalışmıştım.
(Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’e Teşekkür Belgesi’ni vermek üzere konuşmamı yaparken ve ardından Teşekkür Belgesi’ni verirken)
Avrupa Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği 52. Uluslararası Kongresi 2003 yılında ilk kez Türkiye’de yapıldı. Bu vesileyle ben de, İstanbul’da gerçekleştirilen kongreyi düzenleme, başkanlığını yürütme ve açılış konuşmasını yapma onur ve mutluluğunu yaşadım.
2003 senesinde 4 ülke müracaat etmişti. Türkiye’yi temsil eden ben ve diğer dört ülkenin temsilcileri, Karar Komitesi’ne konuşmalarımızla tekliflerimizi sunduk. Yapılan gizli oylamada 11 yetkilinin 8’i Türkiye için oy kullanmıştı ve Avrupa Kalp Damar Cerrahisi Derneği’nin (ESCVS) 52. Kongresi ilk defa ülkemizde yapılabildi.
2003 senesi için dört Avrupa ülkesi müracaat etmişti. Türkiye’yi temsilen ben ve diğer dört ülkenin temsilcileri, Karar Komitesi’ne birer konuşmayla tekliflerimizi ve şartlarımızı sunduk. Yapılan gizli oylamada Avrupa Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği’nden 11 kişinin 8’i İstanbul için oy kullanmış. Bizleri içeri çağırıp sonucu bildirerek beni tebrik ettiler.
2003 sonbaharında İstanbul’da 800 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen toplantımız dört gün sürdü. Avrupa Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği Başkanı Jean Claude Schoevaerdts’in ve benim birer açılış konuşması yaptığımız kongre, açılıştan sonuna kadar fevkalade başarılı geçti.
(Ben ve Jean Claude Schoevaerdts kongre için açılış konuşmalarımızı yaparken…)
(Kongremizin yapıldığı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve afişimiz)
2-5 Haziran 2004 tarihlerinde Slovenya’nın başkenti Lubyana’da düzenlenen 53. Avrupa Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği (ESCVS) Kongresi’nde de, Kongre Başkanı Jean Claude Schoevaerdts’ten Şeref Üyeliği belgemi alma mutluluğunu yaşadım.
Bu toplantıdan iki ay önce, bana 54 yıl içinde seçilmiş olan 10 Şeref Üyesi’ne ilave olarak, 11. Şeref Üyesi olarak seçildiğimi bildirmişlerdi. İki ay sonraki törende benimle ilgili bir takdim ve konuşma yapılacağını ve başkan tarafından belgemin verileceğini belirterek, benim de bir konuşma yapmamı istediler.
Toplantının sonunda cemiyete yeni başkan olan Fransız Doktor Edouard Kieffer’i tebrik etmek için elimi uzatırken o birdenbire gülerek, “Asıl benim sizi tebrik etmem lazım” dedi. “Bizim başkanlıklarımız bir yıl sürer, fevkalade nadir olarak bir buçuk yıla uzayabilir. Sonrasında başkanlığımız biter ama size verilen şeref üyeliği çok ender olup ömrünüzün sonuna kadar ve sonra da devam eder.” Bu an, kendim ve ülkem adına onur duyduğum çok özel anlardan biri olarak gönlümdeki yerini aldı.
Daha önce Kalp-Akciğer Cerrahları Birliği başkanlığını yapmış olan, önemli pozisyonlarda bulunan ve o dönemde çok aktif bir şekilde kalp cerrahi ameliyatlarına devam eden Dr. Gerald Rainer de 2004 yılında beni çok memnun eden zarif bir mektupla Şeref Üyesi olarak seçilmemi kutlamıştı.
Hafızamda yer eden sayısız vakanın arasında, o yıl yani 2004’de, Türkiye’ye gezmeye gelmiş, eşi Amerikalı olan bir Türk hanımın bebeğinde ortaya çıkan yaşamsal sorun da var. Anadolu yakasındaki çok önemli bir hastanemizde gerçekleşen acil doğum sonrasında bebeğin sağlık durumu bozuluyor. Yapılan EKO’da pulmoner atrezi teşhis ediliyor. VSD vs.olmadığı için ilk günlerde hayatını kaybetmesi söz konusu olabilecek. Yetkili doktor bana telefon ederek, “Hocam, kabul ederseniz bu çocuğu size gönderelim” dedi. Amerikalı baba ile konuştum, iki saat sonra ambulansla getirdiler. Çocuk 1 günlükken ameliyatını yaptık ve çok iyi durumda taburcu ettik. Bebeğin beş gün sonra anne ve babasıyla birlikte Amerika’ya gidebilecek kadar sağlıklı olması herkesi mutlu etti.
1996 senesinde, İstanbul Kalp Cerrahisi Vakfı’na Onursal Başkan olarak seçilmiştim. 2004’te, İstanbul Koruyucu Kardiyoloji Derneği’ne; 2005’te de Türk Kalp Damar Cerrahisi Derneği’ne Onursal Başkan oldum. Onursal Başkanlıklar dışında; 2002 senesinde Amerikan Hastanesi “Şeref Ödülü”, 2004 senesinde de Hastane Dergisi tarafından “Tıp Hizmetleri Yöneticiliği Ödülü” tarafıma verilmişti.
(George Rountree’den (CEO, Amerikan Hastanesi) Şeref Ödülü’nü alırken)→
Kalp cerrahisi ihtisasını bitirenlerin, Avrupa Birliği’ne bağlı bütün ülkelerde doktorluk yapma yetkisi alabilmesi için, European Board tarafından yılda bir kere düzenlenen imtihanda başarılı olması gerekmektedir. Bu imtihana girmeyenler ya da başarılı olamayanlar, sadece kendi ülkelerinde çalışabilirler.
2000 yılında bu imtihan heyeti kurulurken, heyeti oluşturacak en yetkili sekiz kalp cerrahi hocası seçilmişti. Ülkemiz Avrupa Birliği ülkeleri arasında olmadığı halde bu sekiz kişiden biri olarak seçildiğimi, European Board Başkanı Prof. Dr. Hans Huysmans bana resmi bir yazıyla bildirmişti.
←(European Board imtihan heyetinde, bugüne kadar oraya seçilen ilk Türk doktoru olarak 5 yıl süreyle çalıştım.)
Beş senelik dönem boyunca her sene, Avrupa’da imtihanların yapılması sürecine katıldım. 2006’da yeni seçilen başkan da bana uzun bir mektup göndererek beş sene daha imtihan heyetine seçildiğimi bildirdi. Yazdığı bir buçuk sayfalık mektupta, komitede yer aldığım dönemde yapılan imtihanlardan çok memnun kaldıklarını ve bir beş yıl daha devam etmemden büyük mutluluk duyacaklarını belirtiyordu. Cevap olarak, bundan çok memnun olacağımı fakat 2005’ten sonra gözümde gelişen maküler dejenerasyon nedeniyle imtihanlara girmemin doğru olmayacağını kendisine bildirdim.
Ailem
Icerik hazirlaniyor…